Mezar taşlarını, Hasan, koyun mu sandın?

İki hafta kadar sonra, babam öleli tam bir sene olacak. Bu bir sene içinde birinden ötekine savrulduğumuz duyguların, kahkahaların, gözyaşlarının yanında, ölümle olan ilişkimizi uzun uzun düşündüğüm nice saat de geçti.

Ölümü anlamaya çalışmak beyhude bir çaba. Ölene kadar bilemeyeceğimizi varsaydığımız çok şey var, ama bunları öldükten sonra bilebilecek miyiz, onu da bilmiyoruz. Yani ölüm “bilmenin” sonu anlamına da geliyor olabilir. Belki de ölenlerin umrunda bile değilizdir artık.

Ama sanıyorum ki geride kalanlar, ölüm denen büyük muammanın korkusundan ve/veya kederinden kaçmak için farklı yöntemler geliştirmiş, geliştiriyor.

Bu bir sene içinde, birkaç istisna hariç her ay babamın mezarına gittik. Çiçekler ektik, dualar ettik, toprak çökmüş mü diye baktık, hayatımızda olup bitenleri anlattık, kâh güldük kâh ağladık, kimi zaman sitem ettik. Velhasıl bir şekilde kendimizi babama bağladık. (Babamla bağ kurduk diyemiyorum, çünkü karşı taraf çok sessiz.)

Kısa süre önce de mezar mermerini ve taşını yaptırmaya geldi sıra. Örnekleri inceledik, mermer renklerine baktık, taşın üstüne ne yazılacağını, ne çizileceğini konuştuk. Nihayet bir karar verdik ve işlemleri başlattık.

Tuhaf düşünceler de işte o zaman doluşmaya başladı aklıma. İnsan yaşarken ruhunun bedeninin içinde olduğu varsayılır. Kimileri için bu bir mahpusluk hâlidir, kimileri için ise hayatın ta kendisi. Ama kişi hayatta olduğu sürece, sanki bu ruh-beden bütünlüğünü yok sayarız. Bunlar iki ayrı varlıkmış gibi davranırız. “Ruhu genç ama bedeni yaşlı.” “Ay, ruhum yoruldu.” “Bedeni ruhuna yetişemiyor.” “Gepegenç çocuk ama yaşlı bir ruhla doğmuş sanki.” Rüyalarda ruhun bedenden çıkıp dolaşması düşüncesi çok hoşumuza gider. Uykuya “küçük ölüm” deriz.

Ölüm geldiğinde, ruh bedenden ayrıldığında, geride kalanlar için tam tersi bir durum oluyor galiba. Mesela ölümle birlikte ruh özgürleşiyorsa ona her an, her yerden seslenebiliyor olmamız lazım. Oysa en içten duaların, en durdurulamaz gözyaşlarının, en büyük itirafların yeri hep mezar başı oluyor. Sanki oradayken, bir çuval gibi toprağın içine ve hayat döngüsünün kucağına bıraktığımız beden, birdenbire ruhla ayrılmaz bir parçaya dönüşüyor. Bir aradayken ayırdığımızı, ayrıldıktan sonra bir arada düşünüyoruz.

“Seneler önceki ilk kalp krizinde, hastane odasının penceresinde kumruları beslemişti. Mezara bir de kuşlar için suluk koyalım.” “Renk severdi, rengarenk çiçekler ekelim.” “77 yaşında bile neşeli bir çocuk gibiydi, rüzgâr gülü koyalım da dönüp dursun.” “Taşına Dr. diye yazılım, o unvanı severdi.” “Torununun çizdiği karakalem portreyle süsleyelim, çok beğenmişti o resmi.” “Taşı siyah olmasın, aydınlık severdi.” Ve böyle daha nice yorum.

Galiba bunun çok basit bir nedeni var: Elimize kalan başka bir şey yok. Ruhu ele geçirmek mümkün değil. Beden neredeyse tamamen yok olsa bile yeri yurdu belli olsun ki zamanında bir arada yaşadığımız o ruhu iki metrekarelik yere sığdırabilelim. Annemin tabiriyle, babamın “evi” olsun orası.

Mermer yapıldı. Dün annemi götürdüm. İçi rahatladı. Ben ise korkunç bir ağırlık altında ezildim sanki. Önceden gözümün önünde toprak vardı. Toprağın altında babam. Her saniyesini yaşadım definin, oradan biliyorum. Toprağın altı tahta, tahtanın altı babam. Elimi uzatsam ulaşabileceğim kadar yakın. Şimdi araya mermer girdi.

Orta Asya geleneğinde koç veya koyun şeklinde mezar taşları olurmuş. Türküdeki “koyun” bu koyun mu, yoksa “kucak” anlamında mı bilmem. Hangisi olursa olsun, mezar taşlarıyla ve mermerle aram hoş değil.

Tsundoku Notu: Kaan Ökten hocanın “Ölüm Kitabı”nı alalı epey oldu. Elbet okuyacağım bir gün.