28 sene sonra “Kara Kitap”ı neden tekrar okudum?

“16 Mart 1991 – Sahaflar” diye not düşmüşüm kitabın ilk sayfasına. 17 yaşında bir çocukmuşum. Biri 10, biri 7 yaşındaki iki kız kardeşim yaşlarının gerektirdiği neşeyle evi birbirine katarken, ben de yaşımın gerektirdiği suratsızlıkla yatağa kıvrılmış okumaya çalışıyordum kitabı akşamları.

Kardeşlerimin sesleri, avizedeki kristallerden yansıyan ışığın duvarda çizdiği renkli desenler, havanın soğuğu, pamuk yorganın ağırlığı… Hepsi aklımda. Fakat kitaptan ne hatırladığımı sorsanız, “Celal Salik’in Boğaz’ın sularının çekilmesiyle ilgili yazısının ana hatları dışında hiçbir şey” derdim. Oysa o dönem herkes “Kara Kitap”tan bahsediyordu. Elinde bu kitapla gezmek çok havalı bir şeydi. “Orhan Pamuk okuyorum” demek lazımdı mutlaka. Belki ben de bu yüzden aldım kitabı, bilmiyorum. Fakat bir de şu “farklı” meselesi vardı. Herkes kitaptan bahsediyordu ama kitabı tanımlarken en çok “farklı”, “değişik” diyorlardı. Yazarlar, eleştirmenler ise “yeni”, “modern” gibi kelimeler kullanıyorlardı. (Bugünkü gençler olsa “wow, epik” diyerek kısa yoldan hallederlerdi meseleyi.)

Farklı olduğu besbelliydi ama açıklayamıyordum. Sadece hissedebildiğim bir şeydi. Ve muhtemelen yazım tekniğinden kaynaklanıyordu. Çünkü içeriği hakkında doğru dürüst bir fikrim oluşamamıştı.

Bugün, 45 yaşımda tekrar okuduğumda (ve arada başka Orhan Pamuk romanları da okuduktan sonra) hissin ötesinde kavrayabildiğim, benim için somut olan bir şeyler var elimde. Hayatın bir arayış ve bulamayış olduğu kadar, öyle çok da abartılacak bir şey olmadığını biliyorum artık. Bireyler olarak hayatımızdan bahsediyorum. Bana o zamanlar biricik, emsalsiz gelen şey şimdi o kadar sıradan ki. Herkes yaşıyor. Herkes arıyor. Çoğu bir şeyi aradığının ya da neyi aradığının farkında bile olmuyor. Biraz Galip gibi belki de…

17 yaşındaydım. Orhan Pamuk’un ince ince çizdiği detayların, deyim yerindeyse yaptığı taramaların lezzetini almam imkansızdı. Çünkü kitapta çizdiği resim benim için henüz yeterince geride kalmamıştı; ben anların, detayların içinde yaşıyordum zaten. Daha doğrusu Orhan Pamuk çok çok çok ilerideydi. Görmüş, izlemiş, kaydetmiş, geriye dönüp baktığında anlamlandıracak kadar bekletmiş, sonra yazmıştı. Ben yola bile çıkmamışken, o çoktan dönmüş, yine ve yine dönmüş, beşinci tura başlıyordu.

Hayatın kendisini tanımaya çalışan bir çocuk, zamanın tortusundan ne anlasın? “Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz.” O çocuk ne bilsin ki “Yazı hariç. Yazı hariç. Evet tabii, tek teselli yazı hariç.”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir