Almanlar yenilince yenilmiş sayılıyorsak Bir Alman’ın Hikayesi’nden de pay çıkarabilir miyiz?

Goethe 1808’de “Almanya hiçbir şey ifade etmez, ama münferit her Alman çok şey ifade eder” demiş. Ne demek münferit Alman? Bir blok hâlinde herhangi bir ideolojiyi temsil etmeyen, dünyada yaşananların yanından akıp gittiği ya da büyük bir gümbürtüyle tepesine indiği, bakış açısıyla dünyayı olmasa da kendisini ve yakın çevresini dönüştürebilecek Alman. Ya da Türk. Ya da Çek, Faslı, Şilili… Yani aslında tarihi yapanların hep cepheye sürdüğü milyonlarca neferden biri. Sıradan… Gücünün farkında değil…

Sebastian Haffner de bir münferit Alman. Fakat beklentilerinin ve gücünün farkında. Etrafında olup bitenleri çok net görüyor. Bu nedenle de 1938’de, yani henüz İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce İngiltere’ye iltica ediyor ve 1914’ten itibaren o güne kadar Almanya’nın geçtiği yolları, Nazi Almanyası’nın adım adım nasıl tasarlandığını anlatıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan büyük bir yenilgiyle çıkmış, uluslararası toplumca çok ağır maddi yükümlülüklerle ezilmiş bir kitlenin nasıl canlandırıldığını, söylem kadar eylemin de ne kadar standartlaştırıldığını teker teker açıklıyor.

Başlangıç noktasını ise şu sözlerle özetliyor: “…kitlelerin ruhuyla çocuk ruhu, tepkileri açısından birbirine çok benzerdir. Kitleleri beslemenin ve harekete geçirmenin yöntemlerinin ne kadar çocukça olabileceğini tasavvur etmek bile zordur. Gerçek fikirlerin, kitleleri harekete geçirecek tarihsel güçlere dönüşebilmeleri için önce bir çocuğun kavrama sınırına kadar basitleştirilmeleri gerekir. Birbirini takip eden on senede doğmuş bir neslin kafalarında oluşturulmuş ve dört sene boyunca bu beyinlere iyice mıhlanmış çocukça bir sanrı, yirmi sene sonra pekâlâ ölümcül ciddiyette bir ‘dünya görüşü’ olarak büyük siyaset sahnesine geri dönebilir.”

Aslında başka bir şey yazmaya gerek var mı bilemiyorum. Yine de şunu ekleyeyim: Versailles sonrası darbeler, iç çatışmalar, maddi sıkıntılarla, sürekli kamusal gerilimlerle boğuşan Almanya, yazarın deyimiyle “kahverengi” bir dünya. (Beycağızımın bahsettiği Canetti yorumunu da buraya ekleyeyim: Almanya ormanla simgelenebilir. Tek tip, dizi dizi, düzenli, sağlam, dirençli, kendi içinde disiplinli bir dinamizm içinde.) Ve bu dünyada farklı renklere yer kalmayınca, daha doğrusu kalmadığını fark edince pek fazla seçenek olmaz. Peki insan neden “kahverengi” olmayı seçer? Haffner’e göre: “(Hitler)…herkese her şeyi vadediyordu ve bu ona tabii ki kanaat sahibi olmayanlar, hayal kırıklığı yaşayanlar ve fakirleşenlerden büyük bir taraftar ve seçmen kitlesi sağlıyordu.”

Ve böylece adım adım, çoğunluğa fark ettirmeden her şey değişir, soluklaşır, silikleşir: “Benim yaşadığım dünya çözülüyor, yok oluyor, görünmez hale geliyordu, her gün, büyük bir doğallıkla ve çıt çıkarmadan. … Sanki ciğerlerimize çekeceğimiz hava, düzenli ve sürekli olarak bir yerlerden emiliyor ve yok ediliyordu.”

Daha fazla yazmaya gerek yok sanırım. Kitapta altını çizdiğim yerler neredeyse kitabın tamamına denk geliyor çünkü… Pay çıkarmak isteyen alıp okuyabilir.

Sebastian Haffner, “Bir Alman’ın Hikayesi”, çev. Hulki Demirel, İletişim Yayınları, İst., 2018

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir