Anlamak ya da anlamamak… Hayır, mesele bu değil!

Tiyatro ve Hamlet (yaş 13)

Kenneth Branagh (yaş 30)

Shakespeare in Love ve Othello (yaş 33)

Hamlet (yaş 66)

Hamlet ve Othello (yaş 69)

Çocukluğumda “Shakespeare” dendiği zaman aklıma ilk olarak elinde bir kurukafayla Hamlet gelirdi; davudi bir ses, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” derdi gösterişli bir havayla. Son haftalarda neredeyse sürekli Shakespeare (ve Hamlet) okuduğum için o sesi yine kulaklarımda duyar gibi oldum. Sonra bazı aile üyelerine “Shakespeare denince aklına ilk ne geliyor?” diye sordum. Cevaplar yukarıda.

Her ne kadar Shakespeare benim için öncelikle soneler anlamına gelse de Hamlet’in ve Kral Lear’in kalbimdeki yerini alacak bir oyuna da rastlamadım henüz. Peki ama neden ille de Hamlet? Özellikle Hamlet? Her yaş grubunda Hamlet?

Mîna Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet[i] adlı kitabında yazdığına göre, Hamlet’e olan bu düşkünlük yeni değil: “Hamlet, 18. yüzyılda 600 kezden çok temsil edildiğine göre, bu yüzyılın en sık oynanılan tragedyasıdır. 19. yüzyılda, Romantik çağla birlikte, Hamlet’e ilgi büsbütün artmıştır. Britanyalılar kendi İngilizce Hamlet’leriyle yetinmeyip, Alman, İtalyan, Fransız tiyatro topluluklarını Londra’ya çağırmışlar, onların Hamlet’lerini de seyretmek istemişlerdir.” (s. 331)

O halde soruyu tekrarlayalım: Neden ille de Hamlet? Yine Mîna Urgan’ın kitaptaki bir cümlesiyle yanıt vereyim: “Hamlet öylesine canlıdır ki, adını taşıyan oyunun sayfaları içinde kalmayıp, sanki aramıza karışmıştır.” (s. 326)

Shakespeare Olmak[ii] adlı kitabın yazarı Stephen Greenblatt’a göre de “Hamlet, Shakespeare’in kariyerinde öyle bir kopuşu imler ki, kaynaklarını da, tüm yazım tarzını da gözü pekçe dönüştürmesinin ardında, daha kişisel nedenler olduğuna işaret etmektedir adeta. … Akademisyenlerin hesapladığı, çoğu sadece Shakespeare için değil, kitaplaşmış İngiliz edebiyatı için de yeni olan altı yüzden fazla sözcük vardır.” (s. 296)

Shakespeare’in oyunlarına bambaşka bir çerçeveden bakan Martin Lings ise Shakespeare’in Kutsal Sanatı[iii] kitabında Hamlet’i şöyle tanımlıyor: “Hamlet, bir aşk piyesi değil, bir feragat, manevi bir ölüm ve yeniden doğma savaşıdır.”

Her okuma ya da izleme, okuyanın ya da izleyenin aklında ve kalbinde bambaşka izler bırakır. Üstelik bir de Shakespeare gibi bir “muğlaklık ustası” söz konusuysa, aynı oyun milyonlarca farklı şekilde algılanabilir. Bu yüzden herkesin Hamlet’inin farklı olması çok doğal. Ya da Mîna Urgan’ın dediği gibi, “Çünkü bir matematik probleminin bir tek doğru çözümü vardır, ama bir sanat yapıtının doğru sayılması gereken bir tek nesnel ve kesin yorumu olamaz.” (s. 330)

O halde, Hamlet yorumlamalarından önce, yaratıcısına bakmakta fayda var.

Kimdir bu Shakespeare?

Shakespeare hakkında her şeyi bildiğimizi düşünebiliriz ama bilgilerimizin bir kısmı yine de sadece yorum olacaktır. Çünkü birkaç resmi evrak (vaftiz belgesi, evlilik belgesi, arma belgesi vb.) dışında, elle tutulur bir Shakespeare bilgisi yok. Hatta oyunlarının yazılı metinleri bile başkaları tarafından çoğaltılıp basılmış bir yazardan söz ediyoruz.

26 Nisan 1564 tarihli vaftiz belgesi bulunan William Shakespeare’in 23 Nisan’da doğduğu tahmin ediliyor. 18 yaşındayken Anne Hathaway ile evlenen Shakespeare, 1590’ların başlarında, doğup büyüdüğü Stratford-upon-Avon’dan ayrılarak Londra’ya gitti. Ve büyük yazarın büyük macerası resmen başlamış oldu.

Bir varsayıma göre, Londra’daki ilk işi, tiyatroya gelenlerin atlarını tutmaktı. Kim bilir, belki de bir gezici kumpanyanın peşine takılmıştı. Ne şekilde olursa olsun, William Shakespeare artık Londra’daydı. Önce başkalarının yazdığı oyunları uyarladı, düzenledi. Sonra başkalarıyla birlikte oyunlar yazdı. Derken, Mîna Urgan’ın deyimiyle, “kendi kanatlarıyla uçmaya” başladı. Sadece yazmakla da kalmadı, oyunculuk ve bugünkü popüler deyimle “oyuncu koçluğu” da yaptı. Prens Hamlet’in babasının hayaleti rolünü oynadığında, oyunculuğunun tepe noktasına ulaştığı söyleniyor. Ama Shakespeare her şeyden önce bir yazar ve şairdi. Benzersiz sonelere imza atan, birkaç cümleyle insan ruhunun derinlerine inebilen bir edebiyat dehasıydı.

Shakespeare ve Hamlet kitabında Mîna Urgan, “Shakespeare’in şiirleri” denince sadece soneleri değil, tüm oyunlarını da aklımıza getirmemizi söylüyor. “Çünkü onun oyunlarının hem biçimi, hem de özü şiirdir ve yazdıklarında şiirle tiyatro eşsiz bir uyum içinde bütünleşir. Shakespeare herhangi bir dile çevrilince, değerinin en az yarısının yitirilmesinin nedeni de budur.” (s. 32) Stephen Greenblatt’a göre ise Shakespeare, “Sözcüklerin seslerinde başkalarının duymadıklarını duymuş, başkalarının görmediği bağlantılar kurmuştu”.

Soneler elbette bu yazının ana konusu değil, çünkü asıl derdimiz Hamlet. Öte yandan, biliyoruz ki her yazarın üzerinde durduğu bir zemin vardır ve bu zemin onun bütün yaşamı, deneyimleri, hayalleri ve algısıdır. Dolayısıyla soneler de Shakespeare’in zemininin bir parçasıdır. Bu nedenle Urgan’ın soneler ile Hamlet arasında kurduğu bağdan söz etmek yararlı olacaktır. “Sonelerin çoğu 1598 yılında, yani Shakespeare 34 yaşına basmadan önce yazıldığı halde, şair yaşlılıktan acı acı yakınır. … Sürekli bir sıkıntı ve karamsarlık içinde olan şair canından bezmiş, ölümü özlemektedir. ‘Tüm bunlardan bıktım; huzurlu ölümü çağırıyorum’ (‘tired with all these, for restful death I cry’) dizesiyle başlayan 66’ncı sone, bize neredeyse Hamlet’in ruhsal durumunu anımsatır. … Bu dünyada dürüstler hainliğe kurban gidiyor, onurlandırılmaya layık olmayanlara onur bağışlanıyor, erdemlilerin namusuna leke sürülüyor, kusursuz olanlar gözden düşürülüyor, sakatlar güçlüleri baltalıyor, hükümetin baskısı yüzünden sanat susmak zorunda kalıyor, doğrudan yana olanlar aptal sanılıyor, tutsak düşen iyilik, saltanat süren kötülüğün kölesi oluyordur.” (s. 51-52)

Özetle Shakespeare insan doğasından umudu neredeyse kesmiştir. Hayal kırıklığı ve çaresizlik içindedir. Ama bir yandan da müthiş bir mizah yeteneği barındırır içinde. Dolayısıyla, onun oyunlarında korkunç trajediler ile (çoğu zaman kara) mizah bir aradadır. Ve bu büyük yazarın şaheserlerinden en önemlisi olan Hamlet, bu inanılmaz dengenin mükemmel bir örneğidir.

Danimarka Prensi Hamlet: var olmanın dayanılmaz ağırlığı

Mîna Urgan’ın belirttiği gibi, “Shakespeare’in dehasının özgün olmayan tek yanı, oyunlarının konulardır.” (s. 80) Gerçi dünya üzerinde yazılmamış bir konu kalmadığını düşünerek yazarımızı bu konuda da kalbimizde temize çıkarabiliriz ama eğri oturup doğru konuşursak, Shakespeare oyunlarının konularını eski tragedyalardan, halk öykülerinden, çevirilerden almıştır. Peki ama bu neyi değiştirir? Hiç. Tıpkı bir elbisenin bir kadın üzerinde şahane görünürken diğerinin üzerinden dökülmesi gibi, başka yazarların elinde sıradan öykülerden ibaret olan konular, Shakespeare’in elinde ince ince işlenir. Hamlet de böyle bir oyun.

Tahminen 1601 ya da 1602 de yazılan Hamlet’in ilk kez 1603’te sahneye koyulduğu kesin olarak biliniyor. Öykünün kaynağı, 12. yüzyılın başlarında ölen Danimarkalı tarihçi Saxo Grammaticus’un Historiae Danicae’si (Danimarka Tarihi). Hatta Shakespeare’den önce Thomas Kyd adlı yazarın da bir Hamlet yazıp sahnelediği söylenir. Özetle, Danimarka Prensi Hamlet’in öyküsü ya da trajedisi yeni değildir. Eski Yunan tragedyalarında da benzer temalara rastlanır. O zaman Hamlet’i özel kılan nedir? Hatta onun diğer Shakespeare oyunlarını bile geride bırakmasının nedeni nedir? Baştaki sorumuza geri döndük.

Yine Mîna Urgan’a kulak verelim: “Bunun başlıca nedeni, Shakespeare’in öteki tragedyalarının baş kişilerinde, yani Lear’de, Antony’de, Othello’da, Macbeth’te duygular ve tutkular ağır basarken, Hamlet’te düşüncenin ağır basmasıdır. Schlegel’in deyişiyle, ‘bir düşünce tragedyasıdır’ Hamlet ve Hamlet’in kendisi, çok yoğun duyguları ve tutkuları olmakla birlikte, düşünen bir adamdır her şeyden önce. İşte bu yüzden, onun dış yaşantısından çok iç yaşantısı, ne yaptığından çok aklından neler geçtiği, eylemlerinden çok edilgenliği bizi ilgilendirir.” (s. 321)

Oyunun olay örgüsü şöyledir: Danimarka Prensi Hamlet, babasını kaybetmiştir. Bir yılan tarafından ısırılarak zehirlendiği söylenmiştir haşmetli kralın. Henüz iki ay bile geçmeden, Hamlet’in amcası (Cladius) hem tahtı hem de ölmüş kralın karısını (Gertrude) alır. (Martin Lings, bu olayın hem Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasının hem de ilk kardeş katlinin simgesi olduğunu öne sürer.) Annesinin bu kadar çabuk toparlanması, üstelik de hemencecik eski kayınbiraderiyle evlenmesi Hamlet’i çileden çıkarır. Bir gece babasının hayaleti Hamlet’e olanları anlatır: Amcası zehirlemiştir babasını. Dolayısıyla genç Hamlet’in kini daha da büyür. Bütün bunların paralelinde, sevdiği (ya da kimilerine göre sevdiğini sandığı) Ophelia’nın herkese boyun eğen tavrı, Hamlet’i daha da yalnız bırakır. Güvendiği tek insan, dostu Horatio’dur. Hamlet, babasının intikamını almak için deli rolü yapar. (Ama zaman zaman gerçekten delirdiğini düşünür okur/izleyici.) Artık herhangi bir sorumluluğu yoktur. Herkese her şeyi söyleyebilir, çünkü delirmiştir. Birbiri ardına yaşanan trajik olaylar sonucunda (okumamış olanlar varsa heveslerini kaçırmayalım) Cladius’un katil olduğu ortaya çıkar ve Danimarka Sarayı bir mezarlığa dönüşür.

Bu şekilde bakınca, ne kadar sıradan bir konusu olan, ne kadar alışılmış bir tragedya, öyle değil mi? Oysa Mîna Urgan şöyle yorumluyor bu oyunu: “Bu coşkunun başlıca nedeni, Hamlet’in, birbirine aykırı çeşitli yorumlara uygun, hiçbir zaman açık seçik anlaşılamayan, ne denli dikkatli incelenirse incelensin, gizemli kalan bir kişiliği oluşudur. Sadece Shakespeare’in oyunlarında değil, Dostoyevski dahil, dünya yazınında, onunkisi kadar karmaşık bir kişilik az bulunur belki.” (s. 322) İşte bu yüzden herkes Hamlet’i farklı yorumlayabilir. Mesela Goethe’ye göre Danimarka prensi, “içine sadece güzel çiçekler konulması gereken, incecik porselenden yapılmış bir vazodur”. Size de Genç Werther’i anımsatmıyor mu bu tanımlama? Hamlet’e nasıl bakıyorsak, onu öyle mi görüyoruz acaba?

Shakespeare ve Hamlet’in bana öğrettikleri

Shakespeare hayranı geçinen ben, hem Hamlet’i okurken hem de Kenneth Branagh’ın 1996 tarihli Hamlet filmini izlerken bu genç prense âşık olmuştum. Karakterinin derinliği, çelişkileri, çelişkilerini kucaklama biçimi, vicdanı beni büyülemişti. Ama Shakespeare ve Hamlet’i okuduktan sonra, bu zamana dek Shakespeare’le ilgili olarak okuduğum bütün kitapları ve elbette Hamlet’i yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissettim. Farkında varmadığım detayları, “soliloquy”lerin (kahramanın kendi kendisine yaptığı konuşmaların) değişik anlamlarını bambaşka bir gözle görmeye başladım. Prensimin sık sık sözcük tekrarı yapmasına daha bir dikkat kesildim (“indeed, indeed”, “very like, very like”, “thrift, thrift”). Bu sözcük tekrarlarının delilik kisvesi altına girdiğinde farklı tonlamalar kazandığını, kendi kendine kaldığında ise kin, intikam, korku ve ağır bir yük altında ezilmenin getirdiği çaresizliği hissettirdiğini gördüm.

Prensimin deli rolü yaptığı sahnelerin uyaklı değil, düzyazı biçiminde yazıldığını anımsadım. “…çünkü Shakespeare’in tiyatro geleneklerine göre, akıl dengesi bozuk bir kişinin koşuklu ve uyumlu bir dille konuşmasının yolu yoktur. Nitekim Lady Macbeth de delirince düzyazıyla konuşur.” (s. 373)

Ve gelelim o ünlü “soliloquy”e: “to be or not to be”. Hamlet deyince akla ilk gelen cümledir bu “olmak ya da olmamak”. Bugüne dek pek çok farklı şekilde yorumlanan ve çevrilen bu cümle, Urgan’a göre, “anlamını yitirmiştir bir bakıma. 19. yüzyılın ünlü deneme yazarı Charles Lamb, artık bu parçayı anlayamaz hale geldiğini, bunun değerli mi değersiz mi olduğunu kestiremediğini söylediği için, adamı pek ayıplayamayız doğrusu.” (s. 387) Tıpkı Prens Hamlet’in kişiliği gibi, bu cümle de okura/izleyene göre farklı yorumlar kazanabilir. Hamlet yorgundur, umutsuzdur. Kendi geleceğinden değil, genel anlamda insanın geleceğinden kaygılıdır bana göre. Bu yüzden ölmek ile yaşamak arasında bir karar vermek gerekir. Ölmek her ne kadar kulağa hoş gelse de ölümden sonrasının bilinmezliği ve ölümün kötü düşlerle dolu bir uyku olma ihtimali genç prensi ürkütür. İronik olan şu: Bu korku ve düşünce biçimi, Prensi ölümsüz kılmıştır.

Özetlemek gerekirse, Shakespeare okudukça okunan, her okumada başka özellikleri fark edilen bir yazar. Greenblatt’ın deyimiyle, “çifte bilincin ustası”. Hamlet ise sevgili Prensimin kişiliğinin çerçevesinde örülü, gizemleri hiç bitmeyen bir oyun. Hamlet benim hüzünlü, umutsuz, bilginin ve düşüncenin getirdiği mutsuzlukla kuşatılmış, deliliğin getirdiği özgürlükle donatılmış, ama temelde hep karamsar, finalde de teslimiyetçi Prensim. Hamlet, insandan umudu en çok kestiğimiz anlarda değil, belki de insana fazla güvendiğimiz zamanlarda okunacak bir kitap. Mîna Urgan’ın Shakespeare ve Hamlet’i ise Prensimi daha iyi anlamamızı değil, ona farklı açılardan da bakabilmemizi sağlayan çok değerli bir kaynak. Çünkü ne kadar bakarsak bakalım, belki de Prensi hiçbir zaman tam olarak anlayamayacağız.

 

 

[i] Mîna Urgan, Shakespeare ve Hamlet, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Nisan 2014

[ii] Stephen Greenblatt, Shakespeare Olmak, çev. Cem Alpan, Can Yayınları, İstanbul, Kasım 2010

[iii] Martin Lings, Shakespeare’in Kutsal Sanatı, çev. İhsan Durdu, Ayışığı Kitapları, İstanbul, Ekim 2001

Remzi Kitap Gazetesi, Ağustos 2014

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir