Eli dursa kafası durmayanlardan mısınız?

Oğlum kendini konuşarak ifade ediyor. Konuşurken elleri, gözleri, bütün bedeni, ruhu o konuşmaya katılıyor. Anlattığı her neyse, uzun uzun betimliyor, örnekler veriyor, heyecan duyuyor. Henüz düzgün cümleler kuramazken bile aynı coşkuyla anlatırdı her şeyi. Onun bu coşkusu elbette çok hoşuma gidiyor ama bir yandan da bu “ruh”, çok anlayabildiğim bir şey değil. Çünkü ben kendimi bildim bileli “yazarım”. Annemden babaanneme, amcamdan anneanneme kadar ailemdeki hemen hemen herkesin çantasından, dolabından, çekmecesinden ilkokulda onlara hitaben yazdığım şiirler çıkmıştır örneğin. 14-15 yaşlarında duvarımda asılı olan panom hiç boş kalmamıştır. Kendi yazdıklarım, arkadaşlarımın yazdıkları, Can Yücel çevirileri, Orhan Veli şiirleri… Bir genç kızın aklını kurcalayan, hayallerini yönlendiren her şey vardı o panoda. Düzenli olarak güncellerdim. Bir tür İnternet sayfası gibiydi. O panodan çıkardığım her kâğıdı yıllarca sakladım. Yazdığım şiirlere güldüm. Alıntılara burun kıvırdım. Ve sonra hepsini attım. Çünkü ben nasıl olsa hep “yazardım”, yine “yazardım”, daha “yazardım”.

Yazdım da… Üniversitede, aylaklık günlerimde, iş hayatımda hep yazdım. Bunların bir kısmı mesleki yazılardı; bir kısmı da defterlere, ajandalara, kâğıt parçalarına, bilgisayar dosyalarına kaydedilmiş küçük küçük notlardı. Çevirileri ise saymıyorum bile. Kimilerine göre bu meslek sadece bir aracılık, kimilerine göre ise ortak-yaratım. Her iki durumda da işim yine yazmak ve sözcüklerle oynamak oldu.

Yazmadan duramıyordum. Ortalık bölük pörçük öykü girişleri, kurgu planları, kapanış cümlelerinden geçilmiyordu. Sonuç? Sıfır. Bunların hepsini birleştirmemi sağlayacak o “an”ın gelmesini bekliyordum. Elbette gelmedi. Ve ben küstüm. “Yazmadan durabilirim”, dedim. Hatta “Yazmadan da yaşanıyormuş yahu!” diye kendimi yalanladım.

Sonra bir gece rüyamda bir kitabın son cümlesini yazdım. Uyandığımda hemen bir kenara not etmeliydim. Yapmadım. Bir başka rüyada ise sözde Steinbeck’e ait bir romanın filminde rol aldım. Ama Steinbeck’in öyle bir romanı yoktu. O romanı ben yazmıştım. Rüyamda. Evet, rüyamda içinde bir doktor, birkaç ampul morfin, ücra bir Uzakdoğu köyü, çok sayıda çocuk ve kesif bir yoksulluk olan bir roman yazıp suçu Steinbeck’in üstüne atıverdim.

O zaman anladım ki ben gerçekten de yazmadan duramıyorum. Elime kalem almasam da kafamda her an bir şeyler yazıyorum. Bankada sıra beklerken sabır üstüne, dolmuşta giderken mutlu tesadüfler üstüne, oğlumla matematik çalışırken anılar üstüne yazıyorum. Aklıma yazıyorum hepsini, sonra unutmak üzere… Kendime bu işkenceyi neden çektirdiğimi de biliyorum aslında.

 

Hani yukarıda sözünü ettiğim o “an” var ya? Her şeyi birleştireceğim o “an”… Onun var olmadığını anladığım için yapıyorum bütün bunları. Yazıp yazıp bilerek unutmam, hep o romantik duyguyu yitirmemden kaynaklanıyor. Yazmak, disiplin gerektiren bir iş. Tıpkı spor yapmak gibi. Ya da mesaili çalışmak gibi. İlkgençliği panolara romantik şiirler ve yazılar asmakla geçmiş birinin bunu anlaması ve kabullenmesi çok kolay olmuyor haliyle. Çünkü o kişi kendinden bir Dostoyevski, bir Woolf, bir Latife Tekin performansı bekliyor boyuna posuna bakmadan. Oysa yazmalı insan. İçtenlikle yazmalı. Taşıyamayacağı yükleri sırtlanmadan ama elinden geleni de ardına komadan, hayatın anlamını sadece yazıya indirgemeden ama yazmadan da durulmayacağını bilerek… Çünkü sessizlik içimizde kök salmış dipsiz bir kuyu. Ve insan o kuyunun çevresinde dolaşırken dikkatli olmalı.

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Haziran 2012