Nereye gidiyoruz?

Dışarıda doludizgin bir yağmur var. Ofislerde çalışan insanların böyle günlerdeki tek hayali evlerinde oturup ellerinde bir fincan çay ya da kahveyle kitap okumak veya güzel bir film izlemek olur genellikle. Evinde çalışan çevirmenin hayali ise dışarı çıkabilmek ve yağmurun altında her şeyi unutmak… Sonra yeniden başlamak… Elbette burada hayal olan kısım dışarı çıkmak değil, her şeyi unutabilmek.

Neleri mi? Mesela “Yumuşak Makine” davasının yaklaştığını (siz bu satırları okurken dava görülmüş olacak)… Mesela “Ölüm Pornosu” davasını… Mesela Perihan Mağden’in “Ali ile Ramazan”ını… Mesela Oscar Wilde’ı zindana atan on dokuzuncu yüzyıl zihniyetinin hâlâ yürürlükte olduğunu… Mesela nedense herkesin çeviri yapabiliyor olmasını… Mesela çevirmenin altı, yedi, sekiz ay, hatta belki de bir yıl önce yaptığı işin parasını dört gözle beklemesini…

Ülkenin çok daha ciddi sorunları var, farkındayım. Ama sorunlardan bunaldığında insan ya kitaba, dergiye, filme sığınır ya da yağmura. Yağmura kimsenin sözü geçmiyor çok şükür… Peki ya diğerlerine?

***

Remzi Kitap Gazetesi’ndeki ilk yazımı Ağustos 2008’de yazmıştım. Marifetin iltifata tabi olmasından dem vuran bir yazıydı. O zamandan bu yana çevirmenlerin yaşadığı maddi sıkıntılardan, çeviride kalite sorunundan, çeviriye farklı bakış açılarından, dil bilmek ile çeviri yapmanın farklı konular olduğundan söz ettik. Ama günün birinde çevirmenlerin hapis istemiyle yargılanacağını hiç düşünmemiştim. Şimdi Kasım 2011’e geldik ve şu yazdıklarıma bir bakın! Bunların yerine William Blake’ten ve Helikopter Yayınları’ndan çıkan “Kaplan! Kaplan!” adlı kitaptaki çevirilerden söz edebilirdim örneğin. Schopenhauer’ın çeviri konusundaki seçkinci ve “tepeden bakan” görüşlerini tartışabilirdik birlikte. Nefis Wilde çevirilerinden, 60’ların çevirmenlerinden ve çevirilerinden, Elif Şafak’ın İngilizce yazdığı kitapları Türkçeleştirilmek üzere çevirmenlere vermesinden, sonra da o çevirileri yoğurup bambaşka hallere getirmesinden konuşabilirdik. Ayrıntıda gizli olan şeytandan konuşabilir, noktalı virgüle kadar taşıyabilirdik bu konuyu.

Ah, hiç içimden gelmiyor…

Sırada bekleyen kitaplarımı düşünüyorum bunların yerine… Acaba günün birinde onlardan herhangi biri de bir kurula takılır mı? Yok canım, neden takılsınlar ki? Bu kadar işin arasında bir de hapse düşersek yandık yani! Olur mu? Kim bilir, belki de artık her şey olur! Her şeye söz geçirilebilir… Yağmur dışında…

***

Karamsar bir yazı oldu, farkındayım. Karamsarlık öğrenilmiş çaresizliklere, varsayımlara dayanıyorsa kötüdür. Algı pencerelerinizi kapatıverir. Ama gözünüzle gördüğünüz, kulaklarınızla işittiğiniz olaylar karşısında karamsarlığa kaplıyorsanız, bu daha da kötüdür. Çünkü korkularınız, kaygılarınız gerçektir. Yine de olumlu tarafından bakalım: İkinci tür karamsarlığın hemen ardından gücünüzü toplar, dört değil, sekiz elle sarılırsınız inandıklarınıza, değerlerinize, umutlarınıza. Trambolin gibidir bu karamsarlık; sonunda ağaçlara değecek gibi olursunuz… Bunu bekliyorum ben de…

Bu karamsar yazıyı, bence güncelliğini hiç kaybetmeyecek bir kitabın ilk Türkçe çevirisinden bir alıntıyla bitireyim: Quo Vadis? (Henryk Sienkiewicz, çev. Nihal Yeğinobalı, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1952)

“Ve bu sarhoş konsüllerin, senatörlerin, şövalye, şair, feylesof, rakkase ve asil kadınların; hâlâ kudretlerine sahip bulundukları halde ruhlarını kaybetmiş olan bu kalabalığın; belki süslü püslü fakat tam bir sefahat içinde uçuruma doğru sürüklenen bu dünyanın üzerine, bütün, hepsinin üzerine, tavana gerilmiş olan altın ağın arasından mütemadiyen güller dökülüyordu diyorum size, güller dökülüyordu.”

Gerçekten, nereye gidiyoruz?

 

“Lafı Çevirmeden”köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Kasım 2011