Başınız sağolsun arkadaşlar, ben ölmüşüm.

Aslında niyetim, kitabın yazımıyla bu blogu eşzamanlı yürütmekti. Bir nevi kitap günlüğü olacaktı. Belki kafamdaki bazı akış sorunlarını çözmemi sağlayacak, belki de sadece hoş bir anı olarak kalacaktı. Fakat bir türlü yapamadım. Tam zamanlı bir işte gün boyu yazı yazıp çeviri yaptıktan sonra akşamları da kitaba odaklanınca, başka tek bir kelime yazmak bile gelmedi içimden. Ama şimdi buraya yazabildiğime göre? Evvett, kitabı teslim ettim. Tabii editörümle birlikte daha çalışacağız üstünde ama 46 bin kelimelik dev eserim şimdi yayınevinin ellerinde!

Dolayısıyla süreçle ilgili yazdıklarım mecburen retrospektif olacak. Tabii hatırladığım kadarıyla. Çünkü ne yalan söyleyeyim, yaşadıklarımın bir kısmını unuttum bile. Bir nevi önbelleği silmek gibi bir durum sanırım.

Daha önce de yazmıştım, kitaptaki en büyük sıkıntılardan biri, gerçek bir olay hakkında bilgi toplamaktı. Türkiye’nin çok büyük dönüşümler geçirdiği bir dönemde, siyasete de dokunan bir konuda sahih kaynak bulamamak sürpriz değildi ama can sıkıcıydı elbette.

İlk hedefim, kahramanımın mezarını bulmaktı. O zaman ailesi hakkında da daha detaylı bilgi toplayabilirdim belki. Cenaze ilanında Anadoluhisarı Mezarlığı’ndaki aile kabristanından bahsediliyordu.

Kasım ayında bir pazar günü eşimle birlikte Anadoluhisarı’na gittik. O mezarlığı bilenler vardır mutlaka; 44 ve 45 yaşlarında iki tombalak insanı epeyce zorlayacak bir yer. Çok eski ve çok karmaşık. Mezarlar birbirine çok yakın. neredeyse yarısı da dik bir yamaçta. Keçi gibi dolaşabilmek lazım.

Mezarlık görevlilerine sorduk tabii ama “Efenim, kayıtların hepsi Karacaahmet’e gitti, burada kayıt yok.” Şahane. Dedik ki “Aradığımız adam çok önemli bir paşanın oğlu. Tarih de öyle çok çok eski değil. Mutlaka gösterişli bir aile mezarlığı vardır.” Dediler ki “Valla biz o ismi bilmiyoruz, burada görmedik.”

İki kola ayrılıp aramaya başladık. Tek tek bütün taşları okuduk. Yanlış hatırlamıyorsam, saat 11 civarından 4’e kadar iki tur attık mezarlıkta. Yok yok yok!

Çok tuhaf bir his. Mezarlık ziyaretine gittiğinizde hedefinizi zaten biliyorsunuzdur. Her taşa bakmanıza gerek kalmaz, doğrudan aradığınız kişiye gidersiniz. Ziyaret ettiğinize göre sevdiğiniz biridir üstelik. Biz ise hiç tanımadığımız bir adamın peşinde, hiç tanımadığımız yüzlerce insanın mezar taşını okuya okuya dolaştık. Eşimin rahmetli anneannesi “mezar taşlarını okursan hafızan zayıflar” dermiş. Bu durumda adımızı hatırladığımıza şükretmemiz lazım.

Tepelerde bir yerde eşim, kahramanımın kızının mezarını buldu. Ama yanında yöresinde aileden başka kimse yok. Belki de mezarı kaybolmuştur, diye düşündük ve moralimiz iyice bozuldu. Çıkmaya karar verdik.

Çıkışta görevlilerle karşılaştık. Ama perişanız. İkimizde de ne diz kalmış ne bel. “Bulamadınız mı?” dediler. “İki tur döndük, yok,” dedik. “Belki üstüne başka mezar yapılmıştır, bakın şurada bir kadın yatıyordu, senelerdir geleni gideni yoktu. Mezar başkasına satıldı, kadının taşı da atıldı gitti,” dedi. Cismin olmadığı gibi, ismin de yok. Silinip gidiyor.

Sonra tam merdivenlerden inip mezarlıktan ayrılacakken adamlardan biri seslendi: “İleride bu mezarlığın devamı da var, biliyorsunuz değil mi?” Harika! “Burada olmalı,” diye diye iki tur döndükten sonra bunu öğrenmek çok iyi oldu. Saat geç olmuştu ama şöyle bir dolanalım, başka bir hafta sonu tekrar gelip uzun uzadıya bakarız dedik.

Yine ikiye ayrıldık. Yine yamaç, yine yol yok, yine mezarlar bitişik. Kısa bir turdan sonra çıkmaya hazırlanırken kendimle karşılaştım ve olduğum yerde kalakaldım.

 

Çok tuhaf bir his. 77 yaşında ölmüş bir Ayşe Başçı. (Evet, soyadımızda bir Ç-C farkı var ama çevirdiğim kitaplar dahil pek çok yerde Başçı olarak yazdıkları için hiç yadırgamadım.) Nasıl bir kadınmış, uzun boylu muymuş mesela, gözleri ne renkmiş, Saadet ile Şükrü’nün kızı mıymış, Lütfü’nün kardeşi miymiş, neler yaşamış, en çok hangi yemeği severmiş, şarkılar mırıldanır mıymış, yazısı öylece tek başına kalakalmış, çok mu yalnızmış, ?

Karşısında hâlâ hayatta olan bir Ayşe Başcı’nın durduğunu biliyor muydu acaba? Biraz konuştum onunla. “Sen öldükten bir yıl sonra ben doğmuşum,” dedim. “Dünyayı Ayşe Başcı/çı’sız bırakmamışız pek, merak etme. Hem zaten dünya dediğin ne ki? Sürekli dönen bir çark. Ben ölünce de bir başkası doğar belki. Ve belki bir gün o da tesadüfen benim benim mezarımı görür.”

Henüz ölmedim, ama benden bir parça ölmüş gibi. Sıradan bir isim benzerliğinden ibaret bir durum, o ismi taşıyan siz olunca çok farklı anlamlara, çok farklı duygulara evrilebiliyor. Ben o gün sanki kendimle konuştum. Kendime hayatın katlanılmazlığını, güzelliğini, gamını kasavetini, ışıltısını, geçiciliğini, bir isimde kalıcılığını anlattım.

Akşam çökmek üzereydi, mezarlıktan ayrılıp o olağanüstü sokakta el ele yürürken pek fazla konuşmadık.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir