“Beni tutuklayamadılar aslında” – Büşra Ersanlı ile söyleşi

Seçimlere neredeyse 1 hafta var. Her yerde mitingler, sokaklarda bangır bangır sesleriyle seçim otobüsleri. Twitter kapatılalı 24 saati geçmiş ama yine Twitter üzerinden mizah fırtınası esiyor. Nevruz bayramının hemen ertesi günü. Baharın geldiği havanın güzelliğinden belli. Pırıl pırıl bir günde Rumelihisarı’ndayız. Tahminimce en çok kullandığı sözcükler “dayanışma, diyalog, özgüven” olan Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın evindeyiz. Kısa süre önce Can Yayınları’ndan çıkan “Bulut Falı – Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı” adlı kitabı hakkında sohbet etmeye geldik ama kitap bir cezaevi tanıklığı olduğu için sohbet alanımız geniş. Yerimiz de dar değil, yenimiz de… Bu yüzden mazeretimiz yok, açık açık konuşacağız. Zaten Büşra Ersanlı’dan da başka türlüsü beklenmez herhalde. 

 

“Bulut Falı”ndan söz edeceğimize göre KCK operasyonuyla başlayalım. BDP Siyaset Akademisi’nde ne anlatıyordunuz da bütün bunlar geldi başınıza?

Ben zaten Kürt kadınların muhalif hareketiyle 2000’lerin başında tanışmıştım. O dönemde KA.DER (Kadın Adayları Destekleme Derneği) için Siyaset Okulu adlı bir proje başlamıştı. Meslektaşım İbrahim Mazlum’la birlikte bir kitap hazırlamıştık. Kitabın adı “Her Zaman, Her Yerde Siyaset”. Türkiye’deki siyasi sistemi basit bir şekilde, ama kadın bakış açısıyla anlatan bir kitaptı. Hatta aynı kitabı Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin Sosyal Bilimler Öğretmenliği Bölümü’nde de ders olarak anlatmıştım. İşte bu kitabı aynen BDP’nin Siyaset Akademisi’nde de anlatıyordum. Yaklaşık 20 ilde bu kitapla eğitim yaptım. Amacım il ve ilçelerdeki gençleri siyaset biliminin temel kavramlarıyla donatmaktı. Çünkü seçimler yaklaşıyordu. Bunun dışında bir kez de ideolojilerle ilgili bir eğitim verdim. O da zaten Marmara Üniversitesi’nde İngilizce olarak verdiğim dersin Türkçe versiyonuydu.

Yani bu kitabı Marmara Üniversitesi’nde ya da KA.DER eğitimlerinde kullanınca sorun yok ama BDP Siyaset Akademisi’nde kullanınca mı sorun oldu?

Bence bu süreçte çok da araştırma yapmamışlar. Beni aykırı bulmuşlar bana kalırsa. “Devlet üniversitesinde çalışan bir profesör, ne işi var BDP’de?” diyerek, çok araştırmadan tutukladılar. Daha doğrusu ben öyle algıladım.

1972’de de kısa süreli bir cezaevi deneyiminiz olmuş. 40 yıl sonra yeniden cezaevine girdiniz. Cezaevinde yaşam koşulları değişmiş mi?

1972’de Ankara Dışkapı Cezaevi’ndeydik. Kadınların kaldığı kısım bir ahırdan dönüştürülmüştü. Yaşam şartları son derece zor olan, kapının altından içeri 1 metre kadar karın girdiği, taş bir yerdi. Yirmiden fazla kadın tek tuvaleti kullanıyorduk, yıkanamıyorduk, yemeklerden taş çıkıyordu. Ama hem genç hem de çok iyimser bir insan olduğum için o dönem çok büyük bir etki bırakmadı üzerimde. Üstelik o zamanlar komünizme karşı bir yasa vardı ve o çerçevede tutuklanmıştım. Ama şimdiki tutuklamada beni terörle suçladıkları için bu çok daha onur kırıcı ve itibar zedeleyici oldu. Bize sunulan iddianame ve deliller çok manasızdı. Kitabın adı biraz da o yüzden “Bulut Falı”. Fal bakar gibi, “Bunları böyle suçlayalım,” gibi düşmanca yapılan bir hareketti.

Kitapta bir canlılık ve iyimserlik var. Sanırım bu biraz sizden, biraz da dışarıdan gelen mektuplardan kaynaklanıyor. 1972’de de böyle mi karşılamıştınız tutuklanmayı?

Biraz değil, yarı yarıya mektuplardan kaynaklanıyor. Aslında 1972’de de durum buna çok benziyordu. O zaman Doğu Perinçek liderliğinde bir hareket vardı. Nasıl ki şimdi BDP’ye yönelik eleştirilerimi açıkça dile getiriyorsam, o dönemde de o harekete karşı eleştirilerim vardı. Bu yönden birbirine benziyor iki olay. Tek lidere bağlı, otoriterlik içeren devrimci bir hareketin olduğuna inanmıyorum. O dönemdeki otoriterlik daha belirgindi, buradaki daha dolaylı. Çünkü bu hareket çok daha büyük, çok daha haklı. Ama benim tutukluluğu karşılama tarzımda bir fark olmadı.

Şu anda koğuş arkadaşlarınızın hepsi dışarıda mı?

Hayır, yarısı içeride hâlâ. Aslında bu noktaya değinmek gerekiyor. Medyada bütün davaların adı 10 kez anılsa KCK sadece bir defa anılıyor, o da dolaylı olarak. Daha binlerce insan var. Tutuklu parti temsilcileri var. En önemlisi, Hatip Dicle içeride. 80-90 bin oy almış bir insan, hızlı bir manevrayla YSK tarafından engellendi. 2009’da Diyarbakır’da belediye başkanları, meclis üyeleri de aynı şekilde tutuklandı. Sadece milletvekili olanlar çıktı. Bu haksızlık devam ediyor. İktidar, barış sürecini istediği gibi yönlendirmek için tutukluları aslında rehin olarak tutuyor bana göre. Konunun unutturulması yönünde büyük bir gayret var. Televizyon programı yapımcılarının da buna yatkın olduğunu görüyorum maalesef. Mesela dün Nevruz’du ve kutlamalar tüm atmosferi ve renkleriyle çok önemliydi. Ama birinci haber Twitter yasağı oldu. Bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum. Nevruz’un coşkusu ve barış süreci gündemde olsaydı, BDP açısından seçimleri olumlu etkileyecekti.

Kitapta Bakırköy Kadın Cezaevi’ni anlatırken kullandığınız dil ile Silivri arasında bariz bir fark var. Silivri’de daha az iyimser, daha umutsuz gibisiniz. Silivri’nin ortamından mı kaynaklanıyor bu değişim?

Silivri’nin ortamı insani değil. Çok büyük çelişkiler var. Bir yanda “Hoş geldiniz, her isteğinizi yerine getireceğiz,” söylemi, diğer yanda çok tecrübesiz, kadın tutukluya alışkın olmayan infaz memurları var. İnşaat kötü, su kesintileri kötü, akustik kötü. Bakırköy’de oturmuş bir yapı vardı. Bir de Silivri’ye tam mahkeme öncesi geldiğimiz için atmosfer biraz gergindi tabii. Beklentilerimiz vardı.

Yazılarınızda, söyleşilerinizde ve bu kitapta gördüğüm en temel unsur şu: Siz her zaman milliyetlerden, ırklardan, dinlerden, tercihlerden öte, sadece insanı esas alıyorsunuz. Ama kitabınızda şöyle bir saptamanız var: “Çoğunluk rejiminden en çok çekenler, çoğunluk rejimine kolay geçiş yapabiliyor.” Bu elbette insan doğasıyla ilgili bir durum. Her güç kazanan bu döngüye girecekse bu sorun nasıl çözülür?

Bu, bütün siyasal faaliyetler içindeki en zor sorudur. İktidarın bozan bir yanı var. Benim BDP’ye girmekteki en büyük nedenim, bu hareketin iktidara kilitlenmiş olmaması. Çağdaş fikirleri benimsiyorlar. Ama bunları partideki herkes sindirebilmiş değil. Hapishaneler önce PKK’nın, son 5 yıldır da KCK adı altında BDP’nin iktidar alanları oldu. Önce bu gerçeği görmek gerekir. Hapse atılan siyasi tutukluların %90’ı bu gelenekten geliyor. Kendi örgütsel çerçevelerinde bir kurguları var. O bağı sürdürebilmek istiyorlar. Kürt hareketi içinde parlamenter mücadelenin olgunlaşması da aslında çok eskiye dayanmıyor. Dolayısıyla hapishanelerde iz bırakan tutum daha çok örgütsel çerçeveye dayalı iç hapishane düzeni. Çoğunlukta oldukları için de kendilerine göre kurdukları sistemi, yeni gelen, şehirli, yasal partili insanlarla uyumlaştırmakta sıkıntı çekiyorlar. BDP’nin çağdaş ilkeleri benimsemesi; kadın hareketine, ekolojik dengeye öncelik vermesi; emeği bir mal değil, yaratıcı emek olarak görmesi; bütün bunları entegre etmeye çalışması Türkiye için bir umut. Ama gerek yurtdışında bu gelenekten gelen siyasi gruplar gerekse hapistekiler gerçek hayattan nispeten kopuklar. Oysa yaşanan hayat çok-yönlü. Bizim yaşadığımız şehir hayatında sürekli negatif ya da pozitif müdahaleler var. Hep birlikte kozmopolit bir ortamda yaşıyoruz. Bu kozmopolit çerçevede birlikte karar almayı öğrenmek, Türkiye için çok önemli.

Bu durumda sizin gibi farklı noktalardan gelenlerin fikirleri daha da önem kazanıyor olsa gerek.

Tabii. Benim gibi özgür eğitim almış, bilim dünyasında bulunan insanların milli ya da kimlik sorunu öne çıkmıyor. BDP’nin Türkiye için bir umut olduğuna inanıyorum. Ama bu, hiçbir şeyin eleştirilmediği anlamına gelmiyor. Zaten eleştirerek birlikteliğin mümkün olduğuna, eleştirerek sevgi ve saygının eksilmediğine inanıyorum. Bazı insanlar korkabilir eleştiriden. Ben öyle düşünmüyorum; tam tersine, eleştiri güçlendirir ve farklılıklarla birlikte olma taktiklerini de geliştirir.

Kitapta da gördüğümüz gibi, kadınların dayanışmasına ve gelişimine çok önem veriyorsunuz. “Feminizm diye bir kavramın ortaya çıkması zorunlu olmasaydı keşke” diye düşündüğünüz oluyor mu? İnsanı kadın ya da erkek olarak değil, sadece “insan” olarak ele alabileceğimiz bir dönem gelecek mi sizce?

Gelebilir herhalde. Önünde sonunda feminizm de pozitif ayrımcılık yoluyla kendi “egemenliğini” sağlayabilir. Tabii ki insanlığa, hatta canlılığa dayandırılan bir varoluş benim de idealim. Bundan vazgeçmem mümkün değil. Zaten gerçekçi olmanın hayatı değiştirmeye hizmet ettiğini hiç düşünmüyorum. Gerçekçi olursak hayatın bütün negatifliklerine de taviz vermiş oluruz. O yüzden bir ideal için, hayal dediğimiz bir dünya için, bir ufuk için hareket etmemiz lazım ki ilerleme gücümüz, potansiyelimiz gelişsin.

 

“Bulut Falı”nda, Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamalarında bile kadınların kendilerini lidersiz ifade etme konusunda sıkıntı çektiklerinden söz ediyorsunuz. Neden böyle?

Özgüven eksikliği var. Bu da özgür eğitimin eksikliğinden kaynaklanıyor. Türkiye’de özgür eğitim alabilen çok az kişi var. Bunu bir de ana dilde yapamayınca çok daha zor oluyor. Dili kotarmaya çalışırken başka pek çok şeye odaklanamaz hale geliyor insanlar. Doğudaki eğitimin başarısızlığının ana nedeni budur. Mesela Ermeniler kendi dillerini öğreniyorlar ama rahat bir eğitim alamıyorlar. Özerklik bunun için önemli. Yine de şehirlerin özgürlüğü için, şehirlerin insan ve şehir haklarına daha yatkın gelişmesi için önümüzdeki dönemde özellikle Ermenilerin daha büyük rol oynayacağına inanıyorum çünkü onlar şehir kurucu bir gelenekten geliyorlar. Türkiye’de eşit vatandaşlık fikrinin yavaş yavaş yaygınlaşmasıyla 10 sene içinde bu sorunlar çözülür. Bu iş halkla birlikte olur. Ama halkı gerçekten dinleyerek. Buna çok ihtiyacımız var. Türkiye’de siyasetçi, halktan, hiçbir ülkede olmadığı kadar kopuk. İhtiyaç nedir, yerel halkın esas ihtiyacı nedir diye çalışılmamış. Geçtiğimiz onyıllar içinde kent konseyleri de bunun için düşünülmüştü zaten.

Cezaevi günlüğünüzde, gençlerin tek bir gündemden kurtulabilmelerini, yaratıcılıklarını biraz da çoğul gündemde gösterebilmelerini dilemişsiniz. Gezi’den sonra gençlerin yaratıcılıklarıyla ilgili düşünceniz biraz değişti mi?

Aslında ben gençlere her zaman güvenirim. Onların özgüven sorunundan dolayı ya tamamen inanma ya da tamamen reddetme arasında kalmaları doğal; gelişim süreciyle ilgili bir şey. Gençler hem teknolojiye hem de ideallere daha yatkın oldukları için bizden daha yaratıcı olabilirler. Ama bunu beslemek lazım. Çok işlevli olan şehir ortamındaki yeni mağduriyetler Gezi direnişini doğurdu. Gezi aslında, şehirdeki yeni mağduriyetlerin otoriter bir psikolojik baskıya karşı tepkisiydi. Ve bireyseldi. Bu bireysellik çok değerli fakat diğer yandan da kalıcı değil. Onu kalıcı yapabilmek için Türkiye’de zaten yaratılmış olan muhalif umutla, Kürt muhalif hareketle yakınlaşması lazım. O yakınlaşma mizah yoluyla, sosyal medyada yayılmaya başladı. Bu daha sistemli olmalı. Aksi takdirde yanıp söner. Türkiye’de zaten yanıp sönme çok yaygın. İnsanlar göğe çıkarılıp sonra yere çalınıyor. Sanatçılar, gazeteciler, bizler… Bu da kalıcılığı engelliyor. Altyapı olmadığı zaman daha kapsayıcı bir insani birliktelik yaratamıyoruz. Bazı temel hakları birlikte savunamıyoruz. İdeolojilerle ilgisi olmayan durumlarda bile kendimizi ideolojik konumlandırmak zorunda kalıyoruz.

 

“Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, halkın uyanma potansiyeli çok arttı. Şeffaflık ve denetleme olmadığı müddetçe bu halk isyanını sürdürecek. Demokratik kurallar hepimiz için uygulanmaya başlarsa her şey düzelecek.”

 

Biraz da edebiyattan konuşalım. Lisans eğitiminiz İngiliz Dili ve Edebiyatı, yüksek lisans ve doktoranız ise Siyaset Bilimi üzerine. Çalışma alanınızı neden değiştirdiniz?

Aslında babam pozitif bilimler eğitimi almamı çok istiyordu. Ben de Kimya Mühendisliği’ni kazanmıştım. Bir dönem okudum ama sadece Beşeri Bilimler, Laboratuvar ve Matematik dersinde başarılı oldum. Sonra tutuklandım. Afla okula dönünce İngiliz Dili ve Edebiyatı’na geçtim. Edebiyatı çok seviyordum, belki o dalda ilerlemem daha doğru olabilirdi. Ama hapishaneye girip çıktığım, meseleleri siyasi olarak çözümlemeye de yatkın olduğum için hocalarım beni siyaset bilimine yönlendirdiler. Ben de onları dinledim.

En çok okuduğunuz yazarlar kimler? Mesela Leylâ Erbil’i çok sevdiğinizi biliyorum.

Ahmet Büke’yi, Murat Uyurkulak’ı, Sevim Burak’ı, yani daha aykırı olan yazarları seviyorum. Hapishanede pek çok yeni yazar okudum. Daha genç olan kadın yazarlarda yalnızlık ve ölüm, yalnızlaşma temasının çok kuvvetli işlendiğini gördüm. Biliyorsunuz, bianet.org’da Kitaplarla Dayanışma köşem vardı, buna devam etmek istiyorum. Herhalde emekli olduktan sonra daha çok bu tip işler yapacağım.

Kurmaca edebiyat açısından Türkiye sosyal ve siyasi malzemeleriyle çok bereketli bir toprak. Sizce edebiyatçılar yeterince yararlanıyor mu bu malzemelerden?

Bu konuda tam bir yorum yapacak kadar çok roman ve öykü okumamış olabilirim. Fakat okuduğum kadarıyla, iç dünya üzerindeki çeşitlenmenin, sosyal-siyasal ortamla paylaşarak çeşitlenmekten daha ağır bastığını gördüm. Oysa edebiyat sadece iç dünya demek değil. Karma olması çok önemli. Hem siyasal dünyada, hem sosyal dünyada, hem kültürel dünyada yaşananlarla edebi bakış açısının ve dilin kaynaşması elbette çok daha hoş bir şey. Türkiye’nin tanıklığa ve yüzleşmeye çok ihtiyacı var. Sadece siyasetten söz etmiyorum; kültür politikaları açısından, işlenen konular açısından, tarihle barışıklık ve tarihi eserler açısından, yaşanan coğrafyayı ve iklimi hakkıyla değerlendirmek açısından müthiş bir tanıklığa ihtiyacı var. Bu yüzden de tanıklık edebiyatı çok önemli.

Bu yönde devam etmeye niyetiniz var mı?

Elbette. “Bulut Falı” akademik kitaplar dışındaki ilk kitabım. Devam etmek istiyorum.

Son olarak, “Bulut Falı”nda “Kaçmayan, nasıl yakalanır?” diye sormuşsunuz. Sizin cevabınız nedir?

Kaçmayan birini yakalama şehvetine kapılmayı anlamak zor. Çok tuhaf bir şey. Norm dışında, insanlık dışında, saldırgan bir şey. Bunun altında korku var. Mesela Gezi’deki Duran Adam protestosu bu anlamda çok önemliydi. Sizin durmanızdan rahatsız oluyorlar.

Öte yandan, duran kişi tarafından bakarsak da kaçmayan asla yakalanmaz diyebilir miyiz?

Tabii, beni tutuklayamadılar aslında. Tutuklamak ne demek: hareketin etkisini düşürmek, benim insanlar üzerindeki etkimi düşürmek. Hepsi tam tersi oldu. Eskiden daha sade bir insandım, şimdi daha çok tanınan bir insan oldum. Hiç tanımadığım insanlar nerelerden mektup yazdı. ABD’den İsviçre’ye kadar herkes seferber oldu. Hâlâ “Savunma yapacağın gün gelmek istiyorum,” diyorlar. Bunlar bana aynı zamanda bir sorumluluk oldu. Bütün bunları takip etmek zorundayım, bu kitabı da yazmak zorundaydım. Eee, kimi yakaladılar o zaman?

 

“Kaşı çatık devrimcilik, şahısların mücadeleye özgün sarılışlarını gölgeliyor. O zaman o siyaseti destekleyenler bir kalıpmış gibi görünüyor ve halkın gözünde ikna edici olmuyor. Kalıplar kırılmış değil henüz. Ama kırabilenler sizi çok besliyor. Mesela hapishanede işçi, öğrenci, ilkokulu içeride bitiren, gazeteci, avukat, zanaatkar, esnaf, güzellik uzmanı arkadaşlar vardı. Bu insanların hepsi farklı noktalardan geliyor. Hepsinin ayrı özellikleri var. Ama bunlar örgüt kalıbıyla bakınca ortaya çıkmıyor, o zaman da insanlar ürküyor. Kenetlenmenin içindeki renkleri griye boyamamak lazım. Belki bu kitap başkalarını da teşvik eder, onlar da oturup kendilerini arkadaşlarını anlatırlar belki.”

Remzi Kitap Gazetesi, Nisan 2014

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir