Bütün yollar Babil’e mi çıkıyor?

Razumihin, üç beş kuruş para kazanmak için çeviri yapmaktadır. Dostu Raskolnikov, elbette huzursuz ruhunu da yanında taşıyarak gider Razumihin’in fakir öğrenci odasına. Aslında ondan akıl almaya niyetlidir, ama sonra vazgeçer. Her zamanki huysuzluğuyla, “Beni rahat bırakın!” diye bağırıp odadan çıkmaya hazırlanırken Razumihin onu durdurur. Bitpazarındaki bir kitapçı için birkaç forma Almanca broşürü Rusçaya çevireceğini söyler. Kitapçının vereceği parayı paylaşacaklarını söyleyerek, çevirinin bir kısmını Raskolnikov’un yapmasını ister. Üstelik bunları anlatırken, ona iyilik ediyormuş gibi değil de, kendisinin yardıma ihtiyacı varmış gibi yapar:

“Bir kez benim imlam çok kötü, ikincisi Almancada bazen öyle tökezliyorum ki, kimi yerleri olduğu gibi kafadan atıyorum. Yalnız bir şey var: Benim uydurmalarım aslından daha güzel oluyor; zaten beni avutan da bu… Ama kim bilir, belki de daha kötü oluyordur?.. Her neyse, kabul ediyor musun çeviriyi?”

Gülümseyerek okuduğum bu cümlelerin altını çizip yanına “İşte çeviri bu!” diye alaycı bir not düşmüşüm. Beni gülümseten Razumihin’in bu cümleleri değil, gerçekten de böyle “kafadan atılmış” ne çok şeyi farkına bile varmadan okuyup gittiğimiz düşüncesi.

***

İlk gençliğimde dünyadaki bütün dilleri öğrenmeyi hayal ederdim. Herkesle konuşabilmeyi, yazılmış her şeyi okuyabilmeyi, her şeyi anlayabilmeyi. Bunun olanaksızlığını biliyordum elbette. Ama hayal etmekten de alıkoyamıyordum kendimi. Artık böyle hayallerim kalmadı. Dünyanın bütün dillerinden geçtim, kendi dilimi en iyi şekilde konuşma-yazma çabası içinde geçiyor günlerim.

Kutsal kitaplarda ve başka bazı kaynaklarda birkaç farklı şekilde anlatılan bir öykü vardır: Çok eskiden bütün dünyanın dili, sözü birmiş. İnsanlar Tanrı’yla rekabet etmek ister gibi, gökyüzünün derinliklerine ulaşan bir kule yapmaya karar vermişler. Bunun için canla başla çalışmışlar ve Babil Kulesi’ni yapmaya koyulmuşlar. Kule yükseldikçe, gökyüzüne ulaşacaklarına olan inançları da güçleniyormuş. Bu cürete öfkelenen Tanrı, insanların dillerini “karıştırmış”. Artık birbirlerini anlayamaz olmuşlar, çünkü farklı dilleri konuşuyorlarmış.

İster efsane deyin, ister kadim ya da kutsal bilgi, bu olay çevirmenliğin doğuşunun da müjdecisi gibi görünüyor. Bu açıdan bakınca ne hoş bir öykü, değil mi? Diğer taraftan, bir yönüyle de son derece ilginç. Çünkü insanın kibrinden doğduğu rivayet edilen farklı dillerin aracısıdır çevirmen.  Diğer bir deyişle, kibrin çocuğudur. Aynı çevirmen, bazen de kendi kibrine kapılıp coşuverir. Yeniden yazar; beğenmez, çıkarır; yazarın cümlesini değil de kendi yazdığını daha çok beğenir, ekler; Razumihin’in yaptığı gibi, işin içinden çıkamayınca “uyduruverir”. Bunu düşünmek bile okuru paranoyak etmeye yeter. Ne zaman bilmediğim bir dilden çevrilmiş bir kitap okusam ve okuduğum cümlenin anlamında bir eksiklik, bir tuhaflık sezsem bu paranoya devreye giriyor.

Dolayısıyla keyifli okumalardan giderek uzaklaşıyorum. “Kandırılıyor muyum?” duygusu kaplıyor içimi. Daha da kötüsü, kaynak dil Fince, Lehçe ya da Çince gibi nispeten çok daha az sayıda “Türkçe konuşan insan”ın bildiği bir dilse, denetim mekanizmasının işleyişinden de emin olamıyorsunuz. Sadece okuduklarınızın anlamlı olup olmadığına bakabiliyorsunuz. Vebali çevirmenin boynuna… Derdi okurun başına… Ah Babil! Hepsi senin yüzünden.

***

Okur demişken, okumak konusunda yeni öğrendiğim bir sözü paylaşayım: Goethe, “Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür; hayatımın seksen yılını bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.” demiş. Bizim seksen yılımız olacak mı okumaya vermek için? Her şeyden önce anadilimizi öğrenmek için… Sonra anadilimizde okumayı öğrenmek için… Okumayı bir “hobi”, fırsat buldukça yapılan bir “iş”, lisedeki edebiyat derslerinde öğrencileri bunaltan bir “baş belası” olmaktan kurtarmak için… Kim bilir?

Sıcaklardan mıdır nedir, biraz kötümserim galiba bu aralar.

 

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Eylül 2010

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir