Canavar değil, sadece yalnız…

Tevfik Fikret, “Promete” şiirinde şöyle der: “Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün / minkar-ı âteşinini duy, dâima düşün: / Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım? / Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?” Ne büyük bir acı, ne büyük bir yalnızlık… Ama ne günahı vardı ki Prometheus’un? Efsaneye göre Zeus katındaki tek suçu, ateşi çalıp insanlara armağan etmesi değildi. Bir de balçıktan insan yaratması vardı ki haddini fazlasıyla aştığını gösteriyordu. Bir kayaya zincirlendi ve bir kartal her gün gelip karaciğerini gagalamaya, Prometheus’u içten içe kemirmeye başladı. Didiklenen karaciğer her gece yenileniyor, böylece kartal her gün kendine ziyafet çekiyordu. Elbette kartalın Zeus’un simgesi olduğunu unutmamak gerek. Koca Zeus bu! Canı isterse adamı her gün öldürüp diriltir. İşte bu Prometheus, insanlara ateşi getirip uygarlığın gelişmesini sağladığı için kahraman ilan edildi. Yüzyıllar boyunca kutsanan bu fedakar adam nice yazıya, şiire de konu oldu. Tıpkı Tevfik Fikret’in ve Mary Shelley’nin yaptığı gibi…

“Frankenstein ya da Modern Prometheus” eskiden filmlerin de etkisiyle korku romanı olarak adlandırılırdı. Bugün ise psikolojik roman, gotik roman gibi farklı sıfatlarla tanımlanıyor. Ama bana sorarsanız “yalnızlığın romanı” derim. Yaratılandan yaratana kadar müthiş bir yalnızlık var bu öykünün örgüsünde çünkü…

Tarihin en tanınmış “ucube”lerinden (gerçi artık bu sözcük insanı “heykel” gibi buz kestiriyor ama) Frankenstein’ın acıklı öyküsüne buyurun…

 

Frankenstein ismini çoluk çocuk, hepimiz duymuşuzdur. Çirkindir, kocamandır, ürkütücüdür, hayal gücümüzle daha da büyüttüğümüz bir “yaratıktır”. En çok beyazperdeden tanıyoruz onu. Bilinen en eski Frankenstein filmi 1910 tarihli. Daha sonra 1931’de bir kez daha filme alınmış bu roman. Ve ardından pek çok kez daha sinema ve TV için uyarlanmış. Hatta komedisi bile yapılmış. Ne yalan söyleyeyim, Mel Brooks’un 1974 tarihli “Genç Frankenstein”ı izlediğim en komik filmlerden biriydi. Ama tabii işin aslı, yani her şeyin kaynağı olan kitap hiç de “komik” değil. Ne var ki korkutucu da değil. Üzücü, çok üzücü…

Kadın gözüyle Frankenstein

Üniversitede İngiliz edebiyatına giriş dersleri alırken hocamızın bir kez olsun Mary Shelley dediğini hatırlamam. Her zaman Mary Wollstonecraft Shelley olarak anardı bu yazarı. Ona hayran olduğu belliydi. Ben ise başlangıçta Wollstonecraft’ın baba-soyadı olduğunu düşünmüştüm. Elbette yanılmıştım. Mary Shelley’nin babası William Godwin gazeteci, felsefeci ve romancıydı. Wollstonecraft ise Mary Shelley’nin o 11 günlükken ölen annesinin soyadıydı. Anne Mary Wollstonecraft 18. yüzyılın ikinci yarısındaki kısacık yaşamına romanlar, çocuk kitapları, feminist hareket öncülüğü ve iki çocuk sığdırmayı başarmıştı. Toplumsal sistemler üzerindeki derin etkisi sonradan daha iyi anlaşılacak olan bu kadının kızı da farklı bir yol çizecekti kendine. Ve bu yol günün birinde aşka çıkacaktı.

Romantik akımın önde gelen şairlerinden olan ve o dönemde bir başkasıyla evli bulunan Percy Bysshe Shelley’ye âşık oldu Mary. Üstelik aşkı karşılıklıydı. Birlikte Fransa’ya gittiler ve ardından Avrupa’nın çeşitli ülkelerini dolaştılar. Percy Bysshe Shelley’nin karısı ölünce de evlendiler. Bu arada dört çocuklarından üçünü toprağa verdiler. Artık resmi kayıtlarda da “Mary Shelley” olarak geçen yazarımız 1822’de, henüz 29 yaşında olan kocasını kaybetti. Bundan sonra da kendini tamamen hayatta kalan tek çocuğuna, yazmaya, kocasının yazılarını derleyip yayımlatmaya adadı.

Hikâyenin buraya kadar olan kısmı elbette çok hazin. Ama Mary Shelley’nin artık ismiyle özdeşleşmiş kitabı “Frankenstein”ın hikâyesi çok daha ilginç. Shelley ailesi 1816’da İsviçre’de Lord Byron’a komşu bir eve taşındılar. Akşam sohbetlerinde çeşitli hayalet öyküleri okunuyordu. Sonra herkesin bir hayalet öyküsü yazmasına karar verildi. En güzeli seçilecekti. Mary Shelley de bu oyuna dâhildi ama hiçbir şey yazamıyordu. Sonra bir gece rüyasında tuhaf, “tiksinç” diyeceği bir yaratık gördü. Ok yaydan çıkmıştı artık. O hilkat garibesi, Mary Shelley’nin “çirkin evladı” o yıl doğdu, macerası 1818’de yayımlandı ve bütün roman kahramanları gibi sonunda o da ölümsüz oldu.

Frankenstein ölmezken, Shelley ailesinde ölümlerin ardı arkası kesilmedi. Rivayete göre Mary Shelley, annesinin ölümüne sebep olduğu düşüncesiyle üzüntüden ve vicdan azabından kıvranıyordu. Bu yüzden mi romanında ölümsüzlüğü keşfettirdi kahramanına? Çok mu yalnızdı? Bu yüzden mi kitabın girişine John Milton’ın ünlü “Kayıp Cennet” şiirinden şu dizeleri yazdı: “Ey Yaratan, ben mi istedim, çamurumdan / Beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana / Karanlıktan beni çıkart diye.” Çok mu karamsardı? Çok mu özlüyordu kaybettiklerini? Bu sorulara ne yanıt verirsek verelim, spekülasyon olacak. Dolayısıyla hepsini bir yana bırakıp şunu söyleyelim: Mary Shelley, öksüz bir bebek olarak başladığı hayatına âşık bir kadın ve acı çekmiş bir anne olarak devam etti. Ama her zaman çağına meydan okumuş bir yazar olarak anıldı. Ve Frankenstein’a çok haksızlık edildi. O sadece sevilmek istemişti…

Okur gözüyle Frankenstein

Modern fantastik öykülerde, romanlarda (en azından bu zamana kadar okuduklarımda) dikkatimi çeken üç nokta var: Birincisi, müthiş bir karakter bolluğu; ikincisi, son derece yaratıcı isimler ve mekânlar; üçüncüsü de çok sürükleyici ama hızla unutulmaya mahkum bir akış. Bu kalabalık içinde, birkaç istisna kitap hariç, ne okusam hemen unutuveriyorum. Hatta bu kadar çok karaktere gerek var mı diye de düşünmeden edemiyorum. Bambaşka dünyalar, bu dünyalardaki sosyal ve fiziksel katmanlar, her bir katmanda farklı yöneticiler, köleler, kahramanlar…

Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı için bunların hiçbirini söyleyemem. Kitaptaki karakter sayısı sınırlı. Yani kitabın sonuna geldiğinizde, başta okuyup da sonradan unuttuğunuz hiçbir karakter olmuyor. İsimler çok etkileyici ama çok da sıradan. Almanya’da birden fazla Frankenstein kalesi bulmak mümkün örneğin. Mekan dünya. Bildiğimiz dünya… Ve kitabı iki günde okuyup bitiremiyorsunuz (tabii kesintisiz okumak gibi bir şansınız yoksa). Betimlemelerle süslenmiş zarif bir dili var. Sizi sarıp sarmalayıveriyor. Bana kalırsa edebiyattan alınacak zevk de bu duyguyla paralel gidiyor. Kitap sizi acele ettirmiyor. Kaptan Robert Walton’ın kız kardeşine yazdığı mektuplarla başlayan romanda Victor Frankenstein’ın öyküsünün başlaması için 5-6 mektubun gidip gelmesi gerekiyor.

Ve sonra Victor Frankenstein anlatmaya başlıyor. Frankenstein aslında yaratığın değil, yaratıcının adı. Ama zamanla ikisi de aynı isimle anılmaya başlıyor ve yaratık ün kazanırken zavallı Victor’ın adı unutulmaya başlıyor. Yine de biz onun hakkını verelim. Kaptan Walton, kız kardeşine yazdığı mektupların birinde Victor’ı şöyle tanımlıyor: “Onun gibi insanlar iki türlü var olur: Bir yandan derin acılar çeker, hayal kırıklıklarının altında ezilir, ama kendi içlerine çekildiklerinde, keder ya da ahmaklığın girmeye cesaret edemeyeceği bir haleyle kuşatılmış ilahi bir ruha benzerler.”

Ve sonra bu “ilahi ruhun” hazin öyküsü başlıyor…

Victor Frankenstein bilimin farklı disiplinleri arasında savrulduğu bir ilk-gençlik döneminden sonra, “Aydınlanma tuzağına” düşüyor. Bilimin sınırlarını zorlayan, doğayı çözmek için her canlıyı nesneleştiren, gelecek nesillerin Prometheus’u olmak için her türlü acıyı çekmeye razı gelen bu genç bilim adamı, günün birinde yaratmanın sırrını keşfediyor. Ve hiçbir sırrın aslında “sır” olarak kalamaması gibi, bu büyük güç de sandığa kapatılmıyor. Bilmek, yapmayı gerektiriyor. Victor Frankenstein “yapıyor”. Farklı yerlerden topladığı vücut parçalarıyla kendi devini “yaratıyor”. Ama hesaba katmadığı bir şey var: Yalnızlık. Bilimin çözemediği, gideremediği, yok edemediği yalnızlık. İnsanın kendinde görünce tedirgin olup başkasında görünce sırt çeviriverdiği yalnızlık. İşte böylece, “yaratığın” kaderini de çizmiş oluyor Victor Frankenstein.

Sonrasında işler çığırından çıkıyor. Yalnızlık, insana da “yaratığa” da olmadık işler yaptırtıyor. “Kanım damarlarımda özgürce akıyor, ama yüreğim kimsenin kaldırıp atamayacağı bir çaresizlik ve pişmanlık yükünün altında eziliyordu.” (Can Yayınları, s. 113) Victor böyle bir vicdan azabı içinde kıvranırken, “yaratık” şöyle diyor: “Çok yalnız ve mutsuzum. İnsanlar yanıma yanaşmasa da benim kadar korkunç ve çirkin biri benden uzak duramaz. Eşimin de benim türümden olması ve benim kusurlarımı paylaşması şart. İşte onu sen yaratacaksın.” (Can Yayınları, s. 176)

Yani yaratan pişman, yaratılan yalnız. Dünyanın en tehlikeli iki duygusunun çarpışması ölümden, acıdan, daha fazla yalnızlıktan başka hiçbir şey getirmiyor. Yaklaşık 200 yıl öncesinden seslenen bu yalnızlık bana Robert Musil’in “Niteliksiz Adam”ındaki bir cümleyi anımsatıyor: “…ancak okyanusları ve kıtaları oyun oynarcasına aşıveren modern insan için hiçbir şey, bir sonraki köşede yaşayan insanlarla ilişki kurmak kadar olanaksız değildir.” (YKY, çev. Ahmet Cemal, İstanbul, 2009, 4. Baskı, s. 364) Daha fazla söze gerek var mı?

Çevirmen gözüyle Frankenstein

Mesleki deformasyon denen kavramın bizim mesleğimiz açısından en kötü tarafı, okumaktan zevk almayı zorlaştırır hale getirmesi. Ancak çok iyi kitaplar, çok iyi çeviriler titretebiliyor kalbimizi. Bazen hiç olmayacak bir hata, koca kitabın başarısını alıp götürüveriyor. Malum, bu ülkede herkes dil biliyor, “İşsiz kalırsam, hiçbir şey yapamasam çeviri yaparım” diyor.

Frankenstein’ı iki ayrı çevirmenin elinden okudum. Biri Duygu Akın’ın (Can Yayınları, İstanbul, Temmuz 2012), diğeri ise Orhan Yılmaz’ın çevirisi (İthaki Yayınları, İstanbul, Temmuz 2012). Aynı kitabı iki farklı çevirmenden okurken ister istemez insan bazı noktalarda takılıyor, okuma zevkini kaybedecek gibi oluyor. Neyse ki sonra güzel cümleler çıkıyor karşımıza da işler biraz yoluna giriyor.

İki çevirinin de bütününe baktığımda meslektaşlarımın çok emek verdiğini görüyorum. Ama bazı durumlarda bu emek yeterli gelmemiş. Genel anlamda Orhan Yılmaz çevirisinde cümle yapılarını tam olarak “Türkçeleşememiş” buldum. Şöyle bir örnekle açıklayayım: “Tanıyan herkes onun dürüstlüğüne ve kamu işlerinde gösterdiği sonsuz titizliğe hayranlık duyardı.” (Can, s. 42) . / “Onu tanıyan herkes tarafından dürüstlüğü ve kendisini kamu hizmetine yorulmak bilmez bir gayretle vermesi yüzünden saygı görürdü.” (İthaki, s. 25.)

Çok önemli bir başka detay ise Victor Frankenstein’ın yarattığı “şey”in anılma biçimi: Her iki çeviride de “ucube”, “iblis”, “yaratık” gibi sözcükler yer alırken, Yılmaz çevirisinde zaman zaman “varlık” ifadesi de kullanılıyor. Böyle bir çeviride bazı sözcüklerin aktarımının kolay olmadığı aşikâr. Ama bence gözden kaçan bir ayrıntı var: Örneğin “yaratık” dediğimizde, bu “şey”de bir terslik olduğunu derinden hissediyoruz. Bu bir insan değil, bir hayvan değil, bildiğimiz herhangi bir şeye benzemiyor. Elbette bir “varlık” ama var olması doğal değil. İşte bu yüzden bence de Mary Shelley’nin “çirkin evladı” bir yaratık. Çevirinin en zorlayıcı ve en keyifli yanı da bu aslında. Her ne kadar kimileri çevirmeni dümdüz bir aracı olarak görse de metnin içinde alınan kararlar o çevirmene virajlar döndürüyor, kasisler atlatıyor, bazen de maalesef kaza yaptırıyor.

Son olarak kitabın son sayfasından iki örnek vereyim: “Sonra, ‘Pek yakında!’ diye haykırdı üzgün ama mağrur bir coşkuyla, ‘Öleceğim ve şu anki hislerim yok olup gidecek. İçimi yakan acılar buhar olup uçacak.’” (Can, s. 266) / “’Ama yakında,’ diye bağırdı üzüntülü ve ağırbaşlı bir coşkuyla, ‘öleceğim ve şimdi hissettiklerim artık hissedilmeyecek. Yakında bu yakıcı acılar yok olacak.’” (İthaki, s. 226)

Son söz

İşin tekniğine bakarsak, Mary Shelley’yi Duygu Akın çevirisiyle okurken metne yabancılık çekmediğimi söyleyeyim. Dil, benim dilimdi; roman yabancıydı. Yani her şey olması gerektiği gibiydi. Ama diğer yandan da romanın kendisine bakmak gerek. Frankenstein’ı hangi çeviriden okursanız okuyun, karşınızda duran öyküdeki yalnızlığı iliklerinizde hissediyorsunuz. Kalabalık bir kafede kendinizi çok yalnız hissettiğinizde, işler ters gidip de hayatınız arapsaçına döndüğünde, hatta doğduğunuza pişman olduğunuzda dünyaya sırtınızı çeviriyorsunuz. Ama siz Frankenstein değilsiniz, sizin bir şansınız var. Gündelik yaşam sizi yine içine alıyor. Hayat her gün bitip bitip yeniden başlıyor. Çünkü bizler bu çağın çocuklarıyız. Bugün bizim çektiğimiz şımarık acıların kökeni; görünmeyenle görünenin, bilinmeyenle bilinenin, olguyla sezgilerin birbirine girdiği bir dönemdeki acılara gidiyor. Prometheus boşuna mı çaldı o ateşi?

Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2012

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir