İş hayatında 11. yılımı yaşıyorum. Bu süre içinde, “okutman”, “metin yazarı”, “editör” gibi unvanlarla tanımlandım. Yine de mesleğimi sordukları zaman hep “Çevirmenim,” dedim. Çünkü bu 11 yılda değişmeyen tek şey bu oldu.
Fakat “Çevirmenim,” demenin bazı sıkıntıları vardır. Bunların en başta geleni de şu espridir: “Kuzu mu çeviriyorsun tavuk mu?” İlk başlarda kibarca gülümsediğiniz bu espri bir süre sonra “kabak tadı vermeye” başlar. Bunun yeni bir versiyonu da çıkmış. Karşınızdaki kişi, elindeki kitabın önünü arkasına çeviriyor ve “E ne var ki bunda? Ben de çevirdim işte,” diyor. Bazen gerçekten kelimeler kifayetsiz kalıyor.
Öğrenciliğim sırasında işimiz daha da zordu çünkü o zamanlar bizim bölümün adı “Mütercim-Tercümanlık”tı. Yani anlat anlatabilirsen… Bir gün sınava geç kaldığım için taksiye binmiştim. Şoför arkadaş sordu:
- Hangi bölümde okuyorsunuz?
- Mütercim-Tercümanlık…
- Olsun yahu! Benim kuzen de istediği yeri tutturamayıp acayip bir bölüme girdi. Okumamaktan iyidir!
- Eh, ne yapacaksınız, hayat işte!
***
Tabii ki bunların hepsi gülümseyerek hatırladığımız anılar oluyor sonradan. Fakat üstatlara kulak verdiğimizde, “çevirmen” hakkında söylenenler başka bir boyuta taşınıyor. Zaman zaman Can Yücel’e mâl edilen bir söz vardır: “Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı güzel.” (Bir kadın olarak bu sözdeki benzetmeden hiç hoşlanmadığımı da söylemeliyim.)
Öncelikle bir yanlışlığı düzeltelim: Bu söz Can Yücel’e ait değildir. Yücel, ilk baskısı 1959’da yapılan ve daha sonra farklı yayınevleri tarafından yayımlanan “Her Boydan” adlı kitabında görüşünü şöyle açıklıyor: “’Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık olmaz, sadığı güzel’ diye bir atasözü var. Çoğu atalar gibi, o Rus atası da yanılmış. Çeviri kadın gibidir, doğru. Doğru ama, güzeli sadık olur onun da. Sadığı güzel mi olur ille, bakın, orasını bilemiyorum. Bu köpeksi kuşkum, belki de, o ‘güvenilir’, o ‘sadık’ bellenmiş çevirmenlerin harfî, lafzi, anlamı yakalayacağım derken şiirin tınını kaçıragelmiş olmalarından doğuyor. Oysa şiiri şiir eden tınıdır, o gümledi mi, şiir de gümler…”
Ruslar, (doğru ya da yanlış) bir atasözü üretecek kadar değer veriyor olmalı çeviriye. Bir başka saptamam da şu: Can Yücel gibi bir üstat bile “sadakat” ve “güzellik” arasında kesin bir bağ kurmamış. O halde bencileyin mutedil dalgalı çevirmenlerin bu konuda çizginin bir bu yanında bir öte yanında durması doğal olmalı.
Devam ediyor Can Yücel: “… Çeviri denen uğraş, söz konusu olayı başka bir dilde yeniden yaratmak, yeniden patlatmaktır. ‘Dakiklik’ de tam bu bağlamda işte devreye girmektedir. ‘Sadakat’ demiyorum, dikkat edin! Çevirmen, bir taharrî memuru veya bir Simenon gibi asıl olayın dizeleri arasında kol gezecek, seyirtecek, ayrıntıları kurcalayacak, ipuçlarını yoklayacak, parmak izlerini toparlayacak, işin çetelesini tuta tuta, olayın künhüne varacak, bütününü, tınını kavrayacak, sonra da onu başka bir dilin (mekânı değil) zamanı içinde yeniden yaratacaktır. Benim şiir çevirilerimin altında ‘Türkçe Söyleyen’ kaydını düşmemin nedeni budur.”
Bunun üzerine söylenecek pek söz yok. Bu ayki yazıyı ben yazmadım diyebilirim gönül rahatlığıyla; Can Baba yazdı.
Dilimizde “çevirmek” ile ilgili sözlerin, “çevir kazı yanmasın”dan öteye gidebilmesi dileğiyle…
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Kasım 2008