Yeni yılın ilk yazısına iyi dileklerle başlamak gerek. Herkes için sağlık, mutluluk, bol kazanç gibi “klasikleşmiş” isteklerim var elbette. Ama bunların yanı sıra, yayınevleri için “insaf”, editörler için “özen”, çevirmenler için “dikkat”, okurlar için de “ses” diliyorum.
Okurlar için “ses” dilememin nedeni, pek çok konuda olduğu gibi, okurluğun gerekleri konusunda da biraz “tembel” davranmamız. Acaba kaç kişi yanlış çeviri, özensiz redaksiyon, kötü baskı gibi konularda yayınevleriyle temasa geçmiştir? Kaçımız aldığımız bir kitabı (ve emeği geçenleri) sorgulama hakkını kendimizde görmüşüzdür?
Bunları yapmak için biraz “deli” olmak lazım Türkiye’de! En azından ben öyle düşünüyorum çünkü yayınevlerini ciddiye alıp sesini duyurmak isteyenlere “deli” muamelesi yapılıyor.
“Çok iyi bir okur” olarak tanımlayabileceğim bir dostum, her yere elinde ya da çantasında kitapla gider. Her kitabı da bir editör titizliğiyle okur. Hatta zaman zaman insanı çıldırtacak kadar detaycı bakar eserlere. (Çevirmen olarak benim de dilim yanmıştır kendisinin eleştirilerinden ve bunun için gerçekten teşekkür borçluyum.) Bu dostum, yayınevlerine gönderdiği e-postaların birer örneğini de bana gönderir. Güleriz ağlanacak halimize…
İşin tuhafı, yayınevlerini e-posta bombardımanına tutan bu “bilinçli okur”, mesajlarına genellikle cevap alamaz. Cevap alamadığı için de, çevirmen, editör, yayınevi isimlerini aklında tutar ve bu isimlerin geçtiği kitapları tercih etmez.
Bu durum, “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” gibi algılanabilir. Fakat işin aslı öyle değil, öyle olmamalı. Birkaç örnek vereyim:
- “Psikopat” adlı kitapta (Pegasus Yayınları, Ekim 2008), silahların konuştuğu bir sahnede (sayfa 347), “Yüzünü çevirdi ve ağzına fıçıyı tıkadı,” diye bir cümle geçiyor. Tahminlerimize göre burada “barrel” sözcüğü kullanılmış. Yani anlamlarından birisi “fıçı”, bir diğer ise “namlu” olan bir İngilizce sözcük. Sizce de burada bir terslik yok mu?!
- “Havva’nın Kutsal Meclisi” adlı kitaptan da (Martı Yayınları, Ağustos 2008) iki örneği ele alalım: “Şarap insanları” ve “büyükanne saati” (sayfa 129). Kitabın İngilizcesinde “They were not wine people” benzeri bir ifade kullanıldığını tahmin ediyorum. (Yani söz konusu kişilerin şarap içmek gibi bir alışkanlıkları yok, sık sık şarap içen kişiler değiller.) Oysa Türkçede (abartarak yazıyorum elbette) “şarap insanı”, “otobüs adamı”, “seyahat kadını” gibi ifadeler kullanmıyoruz. “Büyükanne saati” (grandmother clock) ise, İngilizcede “grandfather clock” olarak geçen, ince-uzun bir dolap içine yerleştirilmiş sarkaçlı antika saatlerin bir türü. Google’da yapacağınız birkaç saniyelik bir arama sonucunda resimli örnekleri ve saat tanımlarını bulmanız mümkün. O halde neden “büyükanne saati”? Biz ne anlıyoruz “büyükanne saati”nden?
“Bunlar böylesine önemli mi?” diye soranlar olabilir. Elbette önemli. Okuma keyfini bölen, yanlış bilgi veren, okurun sahneleri gözünde canlandırmasını engelleyen her hata önemli.
Dolayısıyla, bunları görüp yazmanın, yayınevlerini uyarmanın sonucunda “deli” olarak adlandırılacaksak, öyle olsun! Bizce okurun “deli”si ve “ses”lisi makbul…
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2009