Üslubun efendisi

Bu aralar sık sık teknik çeviri yapıyorum. Teknik çeviriden kastım elbette ki ticari sözleşmeler, broşürler, prospektüsler, makaleler ve benzerleri. Edebiyatın tadına varmış, üstelik bu tadın bağımlısı olmuş birisi için ömür tüketici bir iş. Ama birilerinin de bu işi yapması gerekiyor, öyle değil mi? Biz kafamızı kitabımıza gömüp dış dünyayı birkaç adım uzakta bırakırken, birileri anlaşmalar yapıyor, ürünler alıyor/satıyor, yeni bir şey üretiyor, bir şey satıyor, para kazanıyor. Ve bunları yaparken, zaman zaman bir çevirmene ihtiyaç duyuyor. Böyle durumlarda çevirmen ne yapıyor? Sırça köşkünden çıkıp, uzun zamandır uzaktan uzağa seyrettiği manzaranın tam ortasında yerini alıveriyor.

***

Peki ama yaşamımdaki bu değişikliği neden paylaşma ihtiyacı duydum? Çünkü çevirmenin her yerde ve her durumda “çevirmen” olması gerektiğine inanıyorum. Teknik çevirileri yaparken, söylenmek istenen şeyi bire bir, olduğu gibi, herhangi bir yorum katmadan aktarmak zorundayım. Benim yapacağım bir hata, şirketin iş kaybetmesine neden olabilir, birilerini işinden edebilir, bir ürünün cazibesini ortadan kaldırabilir. Büyük sorumluluk, öyle değil mi?

Teknik çeviri söz konusu olunca çevirmenin rolü çok belli: Gördüğünü çevir. Doğru çevir. Yani iyi bir dille, anlamı bozmadan, detayları atlamadan, belirsizliğe meydan vermeden, “olan”ı çevir. Peki, neden aynı tanımı yazınsal, yani edebi çeviride bu kadar net yapamıyoruz? Ya da neden bunu yapmak işimize gelmiyor? Bir şirketin iş kaybetmesi somut bir örnek de, bir okurun gerçek yazarı değil de çevirmeni okuması somut bir örnek değil mi? Edebiyat okurunun hakkı, şirket sahibinin hakkından daha mı değersiz?

***

İşte kaç gündür kafamda dönüp duran soru bu. Bu sorudan yola çıkınca, aklıma hemen sevgili kahramanlarımdan biri geliyor. Daha önce de bu köşede söz etmiştik kendisinden. Haşmetli burnu kendisinden daha ünlü olan, oysa asıl diliyle gönüllerimizi fetheden Cyrano de Bergerac. (Burada geniş bir parantez açalım. “Dil” sözcüğünün üç temel anlamı var: Bunlardan birincisi konuşurken ya da tat almakta kullandığımız organ. İkincisi lisan. Üçüncüsü ise Farsçadan gelen “gönül” anlamı. Elbette ki hepimiz derdimizi dil aracılığıyla anlatıyoruz ama Cyrano’yu her okuduğumda, dilin üç anlamının da bu kahramanda kusursuz bir biçimde birleştiğini düşünüyorum. Gönlünden çıkanlar, lisan aracılığıyla diline vuruyor. Hem de sadece Fransızcada değil, emin ellere teslim edilmiş çeviriler sayesinde Türkçede de böyle. Bu yüzden bana göre, her ne kadar Cyrano’nun burnu eşsiz bir tirada ilham kaynağı olsa da, dili çok daha kayda değerdir. )

Edmond Rostand’ın gerçek hayattan esinlenerek yarattığı bu cesur kahraman, bu iflah olmaz âşık, bu dilbaz ne yapar? Kuzini Roxane’a duyduğu ama bir türlü itiraf edemediği aşkını, Roxane’ın sevgilisi/kocası Christian’a verdiği suflelerle, onun ağzından yazdığı mektuplarla yaşatmaz mı? Kimdir gerçek âşık? Kimindir o duygular? Christian’ın sözleri nerededir?

Sevgili Cyrano’m sadakatsiz bir çevirmene benzer. Onun anlattığı, Christian’ın aşkı değil, kendi aşkıdır. Kendi duygularını dile getirmek için kullanır bu fırsatı. Niyeti her ne kadar temiz de olsa, ağzından çıkanların kendi yüreğinin sesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Tıpkı (her ne niyetle olursa olsun) haddini aşan bir çevirmenin, yazarı kurgunun kâşifi olarak görüp, üslubun (biçemin) efendiliğini kendisine alması gibi… Kendi sözlerini söylemek isteyen midir çevirmen? Cevat Çapan ustanın şiir çevirileri konusunda şaka yollu söylediği gibi, “evde kalmış şair” ya da yazar mıdır?

Yazara aracılık etmek yerine kendini anlatan çevirmen, okura iş kaybettirmez belki. Ama keyif kaybettirir. Güven kaybettirir. Zaman kaybettirir. Ve bunların hepsi değerlidir. Şimdi başa dönelim: Edebiyat okurunun hakkı, şirket sahibinin hakkından daha mı değersizdir?

 

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2010