Don durgun akabilir, ama hiç durmaz

Bazen insan umduğundan çok daha fazlasını bulur şu hayatta. Genellikle azla yetinmeyi öğreten yaşam döngüsü içinde ne hoş sürprizlerdir bunlar!

Nisan sayımızı okuyanlar, Charles Dickens’ın “Mister Pickwick’in Serüvenleri” adlı kitabını Türkçeye çeviren Tektaş Ağaoğlu’yla sohbetimizi anımsayacaklardır. Bu sohbet de benim için böyle güzel bir sürprizdi işte. Konuştuklarımız elbette geçen sayıda yazılanlarla sınırlı değildi, ama ne de olsa orada konumuz Dickens ve Pickwick beyefendilerdi. Bu sayıda size başka iki beyefendiden söz edeceğim.

Tektaş Bey’le söyleşimize sevgili Öner Ciravoğlu da katıldı. Yılların dostluğu vardı aralarında. Bir hedefe, bir umuda baş koymuş insanlardı. Çile odasına dönmüş koca bir ülkenin derdini çekmeye gönüllü olmuşlardı.

***

Sohbet sırasında Öner Bey “Ve Durgun Akardı Don”u da sormamı önerdi. Tektaş Ağaoğlu’nun ağzından çevirinin öyküsünü dinleyelim:

“Şolohov Nobel’i almadan 1,5 sene önce Londra’da Yaşar Kemal’le karşılaştım. Yaşar Kemal ‘Neden Şolohov çevirmiyorsun?’ dedi. Çünkü 10 yıl kadar önce Türkçeye çevrilmiş başka bir Şolohov kitabı vardı: ‘Uyandırılmış Toprak’. Türkiye’de özellikle solcular arasında çok sevilmiştir, adeta bir kült kitap haline gelmiştir bir ara. 1964’te Türkiye’ye döndüm. Kardeşim bir yıl önce Ağaoğlu Yayınevi’ni kurmuştu. Onunla konuşup, bu kitabı çevirelim dedik. Şolohov Nobel aldığı zaman ben dört cildin birinci cildini bitirmiştim. Ama Nobel alınca başkaları da atladılar hemen. Bir yayınevi 4-5 kişiyle Şolohov çevirisine başladı. Tabii benden önce bitirdiler çeviriyi. Benim çeviriyi de sonra Ağaoğlu olarak yayımladık. Bizim çeviri tuttu. En son baskısı da geçen sene yapıldı Evrensel tarafından. Diğer yayınevinin bastığı kitabın ismi ‘Durgun Don’du çünkü kitabın Rusça adı öyleydi zaten. ‘Ve Durgun Akardı Don’, kitabın İngilizce çevirisindeki ismi (And Quiet Flows the Don). Ben İngilizceden yaptım çeviriyi. Kullandığım çeviri, Sovyetler Birliği’nde yazarlar kurumu tarafından benimsenmişti, Sovyet yayınıydı yani.”

Sohbete bu noktada Öner Ciravoğlu da katıldı. Özellikle baştaki “ve” sözcüğünün başlığa nasıl bir hareket kattığına, adeta Don Nehri’nin kıvrımlarını, akışını yansıttığına dikkat çekti. Tek sözcükle neler neler değişiyor!

Kitabın o dönemde çok sattığını söyleyen Tektaş Bey’e, bu “çok”tan kastın ne olduğunu sordum. Cevabı insanın içini cız ettiren cinstendi: “O zamanlar en az 5000 basılırdı, tutarsa 10 bin basardık. Şimdi 2000’lerde…” Düşünebiliyor musunuz, ilk baskı 5000, kısa zamanda tükenirse ikinci baskı 10 bin ve sonrasında da yine 10 binlik yeni baskılar! Yayınevlerinin cesaretiyle açıklamak mümkün değil bunu. Çünkü cesaret, akılcı olmalıdır. Bugünkü koşullarda, çok sıra dışı durumlar olmadığı sürece 10 binlik baskı yapmak akılcılıkla uzaktan yakından bağdaşmaz. Nedir o zaman işin sırrı? Yanıt Öner Bey’den geldi: “Düşünsenize, o dönemde öğretmenler örgütlü, bu kitapları hem okuyorlar hem de öğrencilere okutuyorlar. İlericilik, devrimcilik fırtına gibi esiyor ülkede. O bakımdan 10 bin bile az böyle kitaplar için.”

Derin derin iç çektim çaresiz. O akşam da sohbetin bu kısmı aklımdan hiç çıkmadı. Bugün 10 bin basmaya değecek kitaplar yazılmıyor mu? Mutlaka yazılıyor, daha da yazılır. Edebiyatın, düşüncenin, inancın öldüğüne dünyada inanmam. Ama artık okumak bir “hobi”. Boş zaman işi okumak…

***

Okur, bu yazıdan kendi payına düşeni alacaktır diye umuyorum. Çevirmen için ise kıssadan hissemiz şu olsun: Birden fazla yabancı dil biliyorsanız, çevirdiğiniz eserin başka bir dildeki baskısı da kitabı daha iyi anlamaya, seçenekleri görmeye, farklı bakış açılarını yakalamaya yarayabilir. Kim ne derse desin, diller kardeştir çünkü. Her şeye rağmen, insanlar da öyle…

 

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Mayıs 2011