Yaşasın yeni sesler!

Sizi bilmem ama İrlanda deyince benim aklıma önce aktör Liam Neeson gelir. Sonrasında ise rock grubu The Cranberries ve elbette ki James Joyce ve Samuel Beckett… Son günlerde bu kısa listeye bir ekleme oldu: Flann O’Brien ya da gerçek adıyla Brian O’Nolan.

Flann O’Brien Türkiye’deki okurlara büyük ölçüde yabancı bir isim. Bunda yadırganacak bir durum yok aslında. Yazarın Mart 2011’de Everest Yayınları’ndan çıkan romanı “Üçüncü Polis”in önsözünde çevirmen Gülden Hatipoğlu şöyle diyor: “Mikro düzlemde Joyce ve Beckett ile birlikte İrlanda’nın yetiştirdiği üç büyük yazardan biri olarak anılsa da, Flann O’Brien’ın ismi bu üçlemede hep en sonda gelir, hatta akademik çevreler ve avangard edebiyatı yakından takip eden okurlar dışında adını duymuş olana bile az rastlanır.”

Yani O’Brien kendi ülkesinde de geç tanınmış bir yazar. Her ne kadar bir romancı olarak Beckett ve Joyce’un övgülerini kazansa da (Joyce’un ifadesiyle, “Hakiki bir mizah duygusuna sahip, gerçek bir yazar.”) asıl öldükten sonra ünlenmiş. Örneğin sağlığında “Üçüncü Polis” romanını yayınevlerine götüren yazar, o dönemde “fazla fantastik” bulunmuş ve reddedilmiş. Ama Hatipoğlu’nun da önsözde belirttiği gibi, postmodern edebiyatın yükselişe geçmesiyle O’Brien âdeta “yeniden keşfedilmiş”.

Yazarın Türkçede yayımlanmış tek romanı olan “Üçüncü Polis” bana göre tam bir postmodern ziyafet. Bu ziyafetin ev sahibi elbette Flann O’Brien ama çevirinin de hakkını teslim etmek gerek. Ege Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde görev yapan Gülden Hatipoğlu, yüksek lisans tezini James Joyce’un “Ulysses”i üzerine yapmış. Doktora tezinin konusu da Flann O’Brien’mış. Yani dil bilgisi ve edebi temel açısından bu kitap emin ellere teslim edilmiş. Ama biliyoruz ki iyi çeviri için bu yetmez. Yetkin bir Türkçe, sağlam bir sezgi ve cesaret de gerekir. Hatipoğlu bu çevirisiyle –ki sanırım ilk çeviri kitabı- müthiş bir başarı elde etmiş.

Bu düşüncemi şu örnekle doğrulayabilirim: “Dinle bak. Gitmeden önce sana şunu söyleyeyim. Ben senin ruhunum ve sahip olduğun tek ruh benim. Eğer gidersem sen ölürsün. Yeni doğan her kişi kendinden önceki insanlık halini barındırmaz sadece içinde, bu insanlık halinin içinde var olur aynı zamanda. İnsanlık sürekli genişleyen bir spiraldir, yaşam da birbirini takip eden her halkada kısa bir süre parlayıp sönen bir ışıktır. Bütün insanlık başlangıcından sonuna kadar halihazırda vardır, ancak ışık henüz senden ötede yanmış değildir. Senden sonra bu dünyaya gelecek kişiler suskun bir bekleyiş içindeler sadece ve kendilerini muhafaza edip ışığı daha da ileri götürmek için senin, benim ve içimdeki bütün insanların kılavuzluğuna güveniyorlar. Annen seni içinde taşırken nasıl kendi neslinin en tepesinde değildiyse, sen de kendi neslinin en tepesindeki kişi değilsin. Gittiğimde, seni sen yapan her şeyi de beraberimde götüreceğim – bütün anlam ve önemini, bütün insan içgüdülerini, iştahını, dirayetini ve haysiyetini. Hiçbir şeysiz kalacaksın, geride bekleyenlere verecek hiçbir şeyin kalmayacak. Seni gelip bulduklarında Allah yardımcın olsun artık! Elveda!”

Sanırım en son, hayranı olduğum Georges Perec’in kitaplarını okurken bu kadar keyiflenmiştim. Üstelik bu kez sadece keyif değil, müthiş bir mutluluk da duydum. Bana kalırsa Türkiye çeviri edebiyatı parlak bir çevirmen kazandı. Yeni Flann O’Brien romanlarının beklemenin yanı sıra, Gülden Hatipoğlu imzalı yeni çevirileri de merakla bekleyeceğim. Ağustos 2008’deki ilk “Lafı Çevirmeden” yazısında “Marifet iltifata tabi olsun,” demiştim. İşte marifet, işte iltifat…

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2012