Bu nasıl savaş?

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’le tanışıklığım “Merhum İvan Petroviç Byelkin’in Öyküleri”yle başladı. Zekice kurgulanmış, müthiş bir ironiyle renklendirilmiş öykülerdir bunlar, okumaya doyamazsınız. Tabii bunda Ataol Behramoğlu’nun çevirisinin de payını unutmamak gerek (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2001).

Ardından “Yevgeni Onegin” geldi. Bu benzersiz şiir-roman üzerine yazılmış binlerce sayfalık yazıya bendenizin kendi halinde mırıldanmaları da eklendi. “Yevgeni Onegin”in biri Yapı Kredi Yayınları, biri de Everest Yayınları tarafından sunulmuş iki ayrı çevirisini bu köşede 3 ayrı yazıda ele almaya çalıştım (Mart-Mayıs 2010). Bu çevirilerden ilki Azer Yaran, ikincisi ise Kanşaubiy Miziev ile merhum Ahmet Necdet tarafından çevrilmişti. İki çevirinin arasındaki ciddi farklılıklara karşın Puşkin’e olan hayranlığım bin kat daha arttı. “Bu adam ne yazdıysa bayıla bayıla okurum,” diye düşünmeye başladım.

Yanılmışım. Behramoğlu’nun “Puşkin’in çok yönlü zekasının, kültürünün ışıltılarıyla parlayan bir yapıttır,” diye tanımladığı “Erzurum Yolculuğu” bana göre bitmek bilmedi (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ekim 2001). Sözü edilen yolculuk, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yapılıyor. Kimilerine göre şair-yazarımız kısmen sürgüne gönderilen Dekabrist arkadaşlarını ziyaret etmek, kısmen de savaşı “yaşamak” için cepheye gitmiş. Kimileri ise Natalya Gonçarova’ya yaptığı evlilik teklifine yanıt alamadığı için Moskova’dan uzaklaşmak istediğini, savaşa gözlemci olarak gittiğini söylüyor. Bunların yanı sıra, sürekli eleştirdiği Çar ve askeri yönetim tarafından uzaklaştırılmak üzere cepheye gönderildiğini söyleyenler de var. Gerekçesi her ne olursa olsun, “Erzurum Yolculuğu” işte bu savaş deneyiminden doğmuş.

Savaşı anlatmanın elbette pek çok yolu var ama kesin olan şu ki savaş bir insanlık dramı. Hangi savaşı anlatırsanız anlatın, duygulardan kaçınmak zor. Daha doğrusu, savaşları uzaktan bir gözlemci gibi yazmak zor. Puşkin, “Erzurum Yolculuğu”nda bunu büyük ölçüde “başarmış”. 1828-29 savaşı sırasında Ruslar tarafından işgal edilen Erzurum’a kadar olan güzergahta elbette Türklerle çatışmalardan bahsediliyor; Çerkeslere, Tatarlara, Ermenilere değiniliyor. Ama Kafkasya’dan Gürcistan’a, Ermenistan’dan Kars’a, oradan da Erzurum’a uzanan bu yolculukta her şey sanki bir savaş parodisi gibi görünüyor. “Bu insanlar cephede adeta evlerindeki kadar rahatlar,” diye düşünüyorum okurken. Şöyle bir örnek vereyim: “Kont Paskeviç akşam üstü arazi incelemesine çıktı. Sabahtan beri öncü müfrezelerimizin karşısında dönüp duran Türk sipahileri, ona ateş etmeye başladılar. Kont bir yandan General Muravyev’le konuşmasını sürdürürken, bir yandan da kamçısını sallayarak onlara göz dağı veriyordu. Türk ateşine karşılık verilmedi.” (s. 50) Bu nasıl bir savaş? Atlılar ateş ediyor, General kamçı sallıyor. Kazanan tarafta olmanın getirdiği rahatlık mı bu? Arı bir Rusçayla yepyeni bir edebiyatın doğmasını sağlayan Puşkin, milliyetçi duygularla mı yazmış bütün bunları? Olabilir, kınayacak değilim. Her ülkenin edebiyatında destanlar, şanlı zafer öyküleri vardır ve olacaktır. Ama sanırım beni hayal kırıklığına uğratan şey, bu kadar büyük hayranlık duyduğum bir şair-yazarın savaşı anlatırken savaşın acılarına sadece tüy gibi hafifçecik dokunup geçmesi. Çünkü içimdeki ses, savaşın edebiyattaki, daha da geniş bir açıdan bakarsak sanattaki yerinin, sadece barış çağrısında bulunmak olabileceğini söylüyor. Bunu yapabilmek için de duygulara dokunmak gerekli.

Neyse ki “Erzurum Yolculuğu”nun hemen ardından “Goryuhino Köyü Tarihi”ni okudum da Puşkin’in zekasına ve ironisine olan hayranlığımı hızla geri kazandım. Sırada “Büyük Petro’nun Arabı” var…

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2013