Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor…

Pek kararsız biri değilimdir. Üstelik kararsızlığı da sevmem. Ama bazen insan ne yapacağını, ne düşüneceğini, hatta ne hissedeceğini bilemiyor. Bazı kitaplarda da durum bu… “Sevdim mi?” diye soruyorum mesela kendime (ki bu sorudan hiç hoşlanmıyorum), cevabım kesin olamıyor bir türlü. Keşke kitaplar da kapuska, kereviz ya da çilek gibi külliyen sevilebilecek ya da sevilemeyecek şeyler olsalardı da bu çelişkileri yaşamasaydım!

Geçtiğimiz haftalarda Patti Smith’in “Çoluk Çocuk” adlı kitabını okudum. New York Times’ın en çok satanlar listesinde yer alan, ABD’de 2010 National Book Award (Ulusal Kitap Ödülü) ile ödüllendirilen, okuduğum bütün eleştirilerde övülen bir kitap “Çoluk Çocuk”.

Domingo’dan (çev. Yiğit Değer Bengi) çıkan kitapta öyle sayfalar okudum ki sözü edilen isimlerden bir tekini bile tanımıyorum. 1960’larda başlayan macerada punk rock’ın doğuşu, Beat akımı en önemli eksenlerden biri. Kennedy suikastının, Martin Luther King öncülüğündeki özgürlük mücadelesinin, “çiçek çocuklar”ın, Vietnam Savaşı’nın çevresinde dolaşan bir tütsü dumanı ve kokusu gibi anlatılıyor o yıllar. Okurken anlamaya, hissetmeye çalıştım, başaramadım. Belki de sözü edilen ortama çok yabancı oluşumdan dolayıdır…

70’ler ise ayrı bir âlem… Patti Smith’in dünyasında ünlü Chelsea Hotel günleri… Sanatla dolu yıllar, keşfedilmeyi bekleyen yeni topraklar, Paris seyahatleri, Rimbaud ziyaretleri, sergiler, müzeler, fotoğraflar, hayatım boyunca adını duymadığım şarkıcıların plakları… Sonra “Horses” albümü. Albümün tanıdık kapak resmi.

80’ler Patti Smith’in kişisel tarihinde evlilik, yakın dostların kaybı (ki en önemlisi, kitabın “esas oğlanı” Robert Mapplethorpe elbette), daha dingin bir hayat, müzik ve şiirde olgunluk gibi olaylarla vurgulanabilir.

Buraya kadar anlattıklarım size çok yavan bir özet gibi gelmiştir belki de… Haklısınız, bence de öyle oldu. Çünkü bu kitap bana “yabancı” geldi. Bu yabancılık büyük olasılıkla kitabın karşılığını kendi oluşumumda, gelişimimde, ruhumda bulamayışımdan kaynaklanıyor. Belki o dönemi çok iyi bilmediğimden, belki kültürel farklılıklardan, belki de tamamen benim kitaptan beklentilerimden kaynaklanan bir “yabancılama” bu…

“Çoluk Çocuk” bu anlamda yazında evrensel-bölgesel-ulusal- yöresel kültürün önemini düşündürüyor bana. Böyle düşününce, Terentius’un “Homo sum, humani nihil a me alienum puto” (İnsanım ben, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir) sözünü yalanlamak geliyor içimden. Çünkü kültür aktarımı tökezleyiveriyor zaman zaman. Siz ne anlatırsanız anlatın, alıcı taraf kendini kitaba kaptıramadan okuyor. Belki sıkılarak, belki eğlenerek, hatta belki beğenerek. Ama asla kitabın bir parçası olamıyor.

Yine de Patti Smith’e haksızlık etmeyeyim. Kitabın her satırına “ruhunu” kattığı çok açık. Yaşadıklarını kendinize ne kadar uzak bulursanız bulun, içinde barındırdığı o direnci hayranlıkla takip ediyorsunuz. Çok tuhaf bir aşk ve dostluk öyküsü okuyorsunuz. Ve bütün bunları bir araya getirince de ne hissedeceğinizi bilemiyorsunuz. Tabii bu tamamen benim bakışım.

Belki de çeviride “defalarca kez” (s. 124), “birkaç çarşaf Arches marka kağıt” (s. 82), “bir karton süt” (s. 150), “stoik güzellik” (s. 70) ve “pilotçu ceketi” (s. 70) gibi ifadeler olmasaydı kendimi kitaba daha yakın hissedebilirdim, bilemiyorum… Bundan sonraki yazılarda size çok net “bilebildiğim” kitaplardan söz edebilmeyi umuyorum.

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2013