Oryantalizmin ne tür bir gayya kuyusu olduğu söylenip durur, Edward Said’in şarkiyatçılık ile oryantalizm ayrımından dem vurulur, Osmanlı hakkında yazmış bütün Batılıların oryantalizm rahle-i tedrisinden geçtiği varsayılır ama Piyer Loti’ye herkes bayılır. Bir yandan da “Türkiyeli” oryantalistler vatan haini görülüp yerden yere çalınır. Bu fahri oryantalistlerin tavırlarının “monşerler” diye alay edilen kitleyi beslediğini ve algıda epeyce tahrifata yol açtığını düşünmek de herhalde yanlış olmaz.
[Burada çok geniş bir parantez açıp Zeynep Çelik’in “Avrupa Şark’ı Bilmez” kitabında Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e, Ahmet Haşim’den Halide Edip’e, Halid Ziya’dan Fatma Aliye’ye kadar pek çok Osmanlı aydınının oryantalizme verdiği ciddi ya da mizahi tepkileri okumanın mümkün olduğunu hatırlatayım. Tevfik Fikret mesela bu zihniyetten çok şikâyetçi. “Avrupalıların kendilerinde Şark’ı temsil etme hakkını görmesinden de yakınıyordu. Örneğin Hachette Yayınevi’nin Batı başkentleriyle ilgili bir kitap dizisinde her şehri oralı biri anlatırken, istisnai olarak İstanbul’u anlatma işi Pierre Loti’ye sipariş edilmişti.” (s. 23) Zeynep Çelik’in katıldığı Kültür Tarih Sohbetleri programı da burada.]
Zemin böyle olunca, insan bir “Batılıdan” okuduklarını da normalden çok daha fazla sorguluyor. Anna Grosser Rilke’nin İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “İstanbul’da Bir Hoş Sada” adlı anı kitabında da aynı şeyi yaşadım. (Kitabın orijinal ismi bu değil tabii, yayınevi daha ilgi çekici bir başlık kullanmayı tercih etmiş.)
1853-1938 arasında yaşayan Alman konser piyanisti Anna Grosser Rilke (aynı zamanda şair Rainer Maria Rilke’nin ikinci göbekten kuzeni) Franz Liszt’ten eğitim almış, yetenekli bir genç kadın. Gerek eğitim gerekse konser için Leipzig’den Münih’e, Roma’dan Londra’ya kadar pek çok Avrupa şehrinde kısa ya da uzun süre kaldıktan sonra gazeteci eşinin mesleği dolayısıyla 1888’de İstanbul’a taşınıyor. Yani “oryantalizm” tartışmalarına maruz kalabilecek kısım kitabın 131. sayfasında başlıyor. Onun öncesinde biz de Anna’nın ve fotoğrafların eşliğinde Avrupa şehirlerinde dolaşıyoruz.
Anna ile kocasının İstanbul’a gelecek olması tabii ki çevrelerinde bir bomba etkisi yaratıyor. Örneğin, yakın arkadaşları Brahms’ı kendilerini ziyaret etmeye çağırdıklarında, “Ne işim var yabanilerin memleketinde?” gibi bir cevap alıyorlar.
Anna Grosser Rilke 30 yıl İstanbul’da yaşıyor; kocası öldükten sonra onun haber ajansını devralıyor, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada ve ülkede Abdülhamit’ten ajanlık teklifi alacak kadar parlak bir gazetecilik kariyerine imza atıyor ve 1. Dünya Savaşı sonunda bütün Almanlarla birlikte sınır dışı edilerek Almanya’da bambaşka, hatta Türkiye’dekinden bile zorlu bir hayata adım atıyor.
Anı kitaplarını okumayı seviyorum. Bu tür kitaplarda “büyük” olayların “küçük” insanlar üzerindeki etkilerini, gündelik hayatın detaylarını bulmak mümkün. Resmî öğretilerde ya da akademik çalışmalarda çoğu zaman kenarda bırakılan ufak tefek bilgileri öğrenmek hoşuma gidiyor. Tabii bir “Batılı”nın gözünden olduğunu dikkatten kaçırmamak şartıyla. Mesela Anna İstanbul’a ilk geldiği dönemde (1800’lerin sonları) davetlere giderken iki hamalın taşıdığı bir tahtırevanı kullanmak zorunda kaldığını, çünkü o dönemde şehirde iki tane atlı tramvay dışında ulaşım aracı olmadığını yazıyor. Bu bilgiye kuşkuyla bakıyorum. Şehir içi ulaşım çok modern olmayabilir ama atlı arabalar yok mu mesela? Dönemin yazarlarının hikâyelerinde hep sözü edilen arabalar?
Ama böyle kuşku uyandıran bilgilerin yanı sıra pek hoş şeyler de buluyor insan kitapta. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nda uçurtma uçurmanın “neredeyse milli spor” olduğunu öğrendim. Amaç uçurtmanın gökyüzünde süzülüşünü seyretmek değil, ötekilerin uçurtmalarını düşürmekmiş. Epeyce çetin mücadeleler ve kavgalar çıkıyormuş, sonunda hükümet İstanbul içinde uçurtmayı yasaklamış.
Rilke’nin II. Abdülhamit’le ilgili anıları da ilginç. Bir örnek: Yıldız Sarayı’nda ilk defa padişaha konser verdikten sonra sabaha karşı evinin kapısı çalınıyor ve bir emir subayı içi altın dolu bir keseyi kendisine uzatıyor. Padişahın teşekkürü elbette böyle olur. Ama beraberinde bir de kâğıt uzatıyor emir subayı. Rilke’nin kesedeki altınları saymasını, kâğıtta yazan tutara eşit olduğunu teyit etmesini ve kâğıdı imzalamasını istiyor. Taltif edilmiş bir konser piyanistinden muhasebeciye dönüşme süreci kadıncağızı epeyce şaşırtıyor.
Bilinçli bir tepeden bakış yok yazarın dilinde. İstanbul’a ve sakinlerine derin bir muhabbet beslediği açık. Sık sık övgüyle söz ediyor. Ama bir yandan da katıksız bir Batılı önyargısı ve beklentisi olduğu muhakkak. Beyazıt’ta bir kahvede (muhtemelen Küllük Kahvesi) oturup kahve ve sigara içtiğinde etraftaki erkeklerin kendisini kesinlikle rahatsız etmemesini, bilakis çok kibar davranmasını ilginç buluyor mesela. Ama Rilke’ye ilişmeyen erkekler kendi eşlerinin Küllük’e gidip kahve-sigara içmesine ne derdi, onu da ben merak ediyorum. (Eyvah, monşer mi oldum şimdi?)
İstanbul’da kaldığı süre boyunca Alman İmparatoru’nun ziyaretine, Jön Türklerin gelişip serpilmesine, 2. Meşrutiyet’in ilanına, 31 Mart olayına, Balkan Savaşlarına, Birinci Dünya Savaşı’nın dehşetine tanık olan Anna Grosser Rilke, ajanstaki görevinin yanı sıra müzikle de bağını koruyor. Amerikan Koleji’nde müzik dersleri vererek Amerikan cemaatinin içine giriyor. Hatta bir dönem Latife Hanım’a da özel müzik dersleri veriyor. İstanbul’da hamaldan padişaha kadar her kesimden insanla zaman geçiren bu ilginç kadın, Almanya’ya döndükten sonra geçim sıkıntısı çekiyor. Savaş ve tabii ki Versailles sonrası Almanya’da yaşanan korkunç enflasyon, İstanbul’da kazandığı hemen hemen bütün parasını tüketiyor. Yine de hayatta kalıyor ve ilerleyen yaşında anılarını kaleme alarak bu kitabı ortaya çıkarıyor. Hitler’in inanılmaz yükselişine de tanık oluyor ve “Üçüncü Reich’ın kurulmasını ilgiyle izledim” diye suya sabuna dokunmayan bir cümleyle konuyu özetliyor. Neyse ki İkinci Dünya Savaşı başlamadan ölüyor da o ilgiyle izlediği maceranın tüm dünyayı götürdüğü yeri görmüyor.
Kısacası, kerameti kendinden menkul Batı’dan başlayıp Doğu’ya uzanan, sonra yeniden Batı’ya dönen ilginç bir hayat hikâyesi var “İstanbul’da Bir Hoş Sada”da. Soru işaretlerini elden bırakmamak şartıyla zevkle okunabilecek, özellikle de müzikseverlerin pek çok tanıdık isme rastlayacağı bir kitap. Deniz Banoğlu imzalı çevirisi kimi yerlerde yavanlaşıyor ama genel anlamda fena olmadığını söyleyebilirim. Fakat pek çok yayınevi gibi İş Bankası Kültür Yayınları da son okumalara gereken özeni göstermiyor galiba. Hatasız kul gibi, hatasız çeviri de olmaz, ama okuru bezdirecek kadar çok olmasa bunlar keşke.