Yakam beyaz, anlayın beni biraz

Yıllaaar yıllar önce çalıştığım pek havalı ajansta müşteri temsilcilerinin spor giyinmesi, ojesiz ve makyajsız dolaşması pek hoş karşılanmazdı. Neyse ki ben işin mutfağındaydım ve bu zorunluluklardan kaytarabiliyordum. Aradan yıllar geçti. Bugün de toplantılara (plazalarda yapılanlara bile) spor ayakkabıyla gitme lüksüne sahibim. Mutluyum. Plaza çalışanı değilim. Emekçiyim, hatta sözlük anlamıyla beyaz yakalının âlâsıyım ama her beyaz yakalı da köle olacak değil ya!

Bu rahatlığa sahip olunca, plaza ortamlarının vazgeçilmez rengi beyaz yakalılar hakkında atıp tutmak kolay. Ya içlerinde olsaydım? Dahası, ya plazalarla kısa süre önce müşerref olmuş tazecik bir beyaz yakalı olsaydım? O zaman da herhalde “Mezeleri Güzel”i okur titrerdim; mücrim gibi baktıkça istikbalime.

Erdem Aksakal halis muhlis bir beyaz yakalı. Plaza jargonunu/raconunu/riyasını yalamış yutmuş, yetinmemiş bir de yazmış! Aksakal’ın deyimiyle, “Ama itirafçı olan beni dahi şişleyemeyecek kadar iyi insanlarız, biz beyaz yakalılar.” Neticede beyaz yakalı da insan, değil mi ya? Ekmek parası peşinde koşan ama koştuğunu belli etmemek için sürekli terini silen/parfümünü tazeleyen, hep daha çok çalışması gereken, olmadığı gibi görünmekle olduğu gibi görünmemek arasında sıkışıp kalmış bir “mahkûm”. O halde bu kitap bir sistem eleştirisi mi? Kısmen. Sistem elbette acımasız ama sistemlerin çalışmasını sağlayanlar insanlardır. Hep derler ya, “Almayın canım oradan bir şey, görün bakın hizaya geliyorlar mı gelmiyorlar mı?” Mikro ölçekte doğru olan bu cümle makro ölçekte yanlış mı? “Çalışmayın canım plazalarda filan! Emeğinizin sömürülmesine izin vermeyin!” Bunu söylemek mümkün mü? Bir beyaz yakalı sendikası ya da sığınma evi var mı? Erdem Aksakal kurmayı düşünür mü? Bir gün kendisine soralım. Zira her şeyi çok eğlenceli bir dille anlatabiliyor.

“Mezeleri Güzel”, liseden mezun olan bir gencin üniversite tercihleriyle başlayıp adım adım beyaz yakalılar konvoyuna katılmasıyla, yani pre-beyaz yakalıcayı öğrenmesiyle devam ediyor: “CV, interview, marketing, business development, strategic planning, FMCG vs.” İşte tam da bu dönemde başlıyor pre-beyaz yakalının “Erdem Abi”den alacağı tavsiyeler: “Beyaz yaka olmanın raconunu adım adım böyle yakalayacaksın. Kendini kalaylayacaksın. Parlatacaksın. Her şeyi olduğundan daha afili göstereceksin. Abartacaksın.”

Hedef? Sonunda “çok yoğunum” diyebilmek. Çünkü biliyoruz ki beyaz yakalıların dünyasında en önemli cümledir bu. Bütün günü manasız ve sonuçsuz toplantılarda geçirip yine de çok yoğun olmak mümkün. Güzel havalarda toplantıları plazanın girişindeki kafede yaparak da çok yoğun olunabilir. Hatta müşteri ziyaretleri öncesinde fön için kuaföre gitmek de bu çok yoğunluğun bir parçasıdır elbette. Gece yarıları gönderilen e-postalar ise kadayıfın üzerindeki kaymak. Çünkü çok yoğunuz. Neye göre, kime göre? “Bir beyaz yakalı her zaman, ‘Çok yoğunum,’ der demesine de, telefonla gelen otuz lahmacun siparişini on beş dakikada yetiştirmeye çalışan pide ustasıyla kıyaslanabilir bir yoğunluk değildir onunkisi. Genel bir stres havası vardır ama yük taşımaz sırtında.”

Gel zaman git zaman, beyaz yakalı “meeting­ set etmeye” de alışır, “challenge’lara karşı roadmap’ler geliştirmeye” de. Plazada geçirdiği zaman uzadıkça, Erdem Abi’sinin de tavsiyelerine uyarak, az çalışıp çok yoğun görünmenin yollarını; toplantılarda fenalık geçirmeden uzun süre dayanabilmeyi; işlerini başkalarına yıkmanın yöntemlerini; gittiği ortamlarda yakasından büyük görünmeyi öğrenir. Neticede beyaz yakalıdır. Ama aslında sadece beyaz yakalıdır. Yani: “Beyaz yakalı ah bir barışsa sınıfıyla, kendini anlayabilse. Halihazırda bir restorana gittiğinde kendini oranın patronundan üstün görüyor. Garsonla, otopark görevlisiyle muhatap dahi olmuyor. Halbuki gerçeklik şu. Beyaz yaka sınıfsal olarak garsonla ve bulaşıkçıyla aynı kadere sahip.”

Hep beyaz yakalılara yüklenecek değil elbette “Mezeleri Güzel”. Patronlara da bir çift lafı var Erdem Aksakal’ın: “Muhtemelen bilmiyorsun patron. Çalışanlarından birinin, şu pazarlamadaki çocuğun hedefi çok yaşlanmadan bir dünya turuna çıkmak, çok paranın değil de 2-3 ay ara verip geri dönünce çalışabileceği bir işin derdinde. Üretim planlamadaki genç anne çocuğunu huzur içinde büyütebileceği bir iş yeri kreşi olsa, bebeği yakınında boy atsa belki daha mutlu olacak. Diğeri yetenekli bir dansçı ama dans kursları mesai saatine denk geliyor. Gidemiyor bir türlü. Bu hedefler sadece para ile alınmıyor değil mi sayın işveren?”

Pre-beyaz yakalıya rehberlik etmek üzere yola çıkan kitap zaman zaman ağır bir beyaz yakalı, eleştirisine, zaman zaman trajikomik bir beyaz yakalı tablosuna, kimi yerde de sistemi eleştiren bir manifestoya dönüşüyor: “Kapitalizmin içinde doğan beyaz yakalı, kapitalizmi ve kendisinin kapitalizmdeki rolünü anlamamış. Hiç. Kendisi ne üreten kesim ne tüketen. … Sadece bir katalizör. Aracı. Tutuşturucu. Sahip olduğunu sandığı sistem ne varlığını umursuyor, ne de tercihlerini.”

O halde hemen sorulabilir Erdem Aksakal’a: “İyi de birader, beyaz yakalı olmak madem bu kadar kötü, neden hâlâ oradasın?” Cevabını “patronla” yaptığı hayali tartışmada veriyor: “O yüzden gel harbi olalım, açık konuşalım. Ne sen benden sonsuz bir sadakat bekle ne ben senden bir tutku. Profesyonelce oyunumuzu oynayalım. Daha iyi değil mi?”

Bu oyunu oynamak zorundaysak, böylesi daha iyi tabii. Ama o zaman da “başka bir dünya mümkün” demek mümkün mü, onu bilemiyorum. Bildiğim tek şey şu: Kitapçılara gittiğinizde kişisel ve profesyonel gelişim raflarına bakıp her seferinde “başarıya giden yol, filancanın öyküsü, şirketim evladımdır, ben bugünlere kolay gelmedim” tarzında iş dünyası masalları dinlemek yerine, bir de sistemin diğer tarafındakilerden dinlemek lazım “başarıyı”. Çünkü günün sonunda (ki nefis bir plaza klişesidir bu) şirketler ve koskoca ekonomiler beyaz yakalıların omuzlarında yükselecektir!

Mezeleri Güzel”, Erdem Aksakal, 160 s., Ot Kitap, 2016

Remzi Kitap Gazetesi, Mayıs 2016