“Tek ihtiyacımız kim olduğumuzu fark etmek” – Arzu Zengin ile söyleşi

“Şuna inanıyorum ki dünyada yaşamak bir yorgunluk değil, bir eğlencedir; ama sadelik ve bilgelik içinde yaşamak koşuluyla,” demiş 19. yüzyıl yazar ve düşünürlerinden Henry David Thoreau. Yaşamanın zorluğu nereden gelir? Belki de insanın sürekli kendisiyle ve (doğal olarak da) başkalarıyla didişmesidir mesele. Olanı olduğu gibi kabul edebilmek ise bana kalırsa büyük bir erdem. Benzer cümleleri daha önce duymuş, okumuş olabilirsiniz. Yine de bütün öğrendiklerinizi aklınızın bir kenarında tutup Leylâ’yla tanışmanızı öneririm. Çünkü o, kanlı canlı bir anlatımla şekilleniyor zihninizde. Güçlü tasvirlerle ete kemiğe bürünüyor, sanki elinizden tutup sizi hayatın “eğlencesine” götürüyor. Elbette öncesinde “yorgunluk durağından” da geçirerek… Leylâ bir roman kahramanı. Televizyon ekranlarında haber spikeri olarak tanıdığımız Arzu Zengin’in “Hayata Uyanış” adlı ilk romanının başrolündeki güzel kadın. Ve zaafları, umutları, öfkeleri, kıskançlıkları, hayalleriyle o kadar “insan” ki kendinizi ona emanet etmekte bir sakınca görmüyorsunuz. Ne de olsa hepimiz yaşamdan zevk almayı istemez miyiz?

  • Ruhsal arınma, kendini keşfetme, iç yolculuklar ve benzeri konularda yazılmış kitaplar son yıllarda çok popüler oldu. Belki de modern zamanların yarattığı boşluklara karşı bir umut veriyor bu tür çalışmalar. Bu konuda çoğunlukla didaktik kitaplar yazılıyor. Siz neden bir roman yazmayı tercih ettiniz? Ve “Hayata Uyanış”ı benzer konulardaki kitaplardan ayıran özellik sizce nedir?

Ben yazılan her kitabın birilerine dokunduğunu düşünürüm hep. O ben olmayabilirim ama birisi ya da birileri mutlaka o satırlarla gerçek anlamda buluşur. Bence bu kitabı diğerlerinden ayıracak olan da okuyucudur, onun kalbinde yaratacağı etkidir. Bu çok heyecan verici bir buluşma ve sonuçları birlikte izleyip göreceğiz. Aslında soruda kitabın içeriğini kastettiğinizi de biliyorum. Öncelikle bir arınma arayışı olmadığını söylemeliyim, zaten ruhun arınmaya ihtiyacı yok. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyeceğim: İnsanların da buna ihtiyacı yok. Tek ihtiyacımız kim olduğumuzu fark etmek. Fiziksel dünyada kendimizi hapsettiğimiz rollerin, alışkanlıkların ve düşünce kalıplarının ötesinde de var olduğumuzu, özgürlüğün ve mutluluğun asıl bu noktadan itibaren başladığını deneyimlemeye ihtiyacımız var. Modern çağın hastalığı bence kişinin öz benliğine duyduğu özlemdir. Yoksa olumlu düşünce gücüne odaklanarak elbette mal, mülk, sevgili ve kariyer sahibi olabilirsiniz, ben bunu imkânsız bulmuyorum. Ama ya ihtiyacınız olan bu değilse? O zaman tekrar başa dönersiniz çünkü herkes için tek tip reçete yok, biz öyle sansak da. Ruhu rehber almak, gittikçe daha fazla acı veren tekrarlardan kurtarır insanı. “Hayata Uyanış” işte böyle bir farkındalık yolculuğunu anlatıyor. Roman oldu çünkü bir roman kurgusunda aktı hikâye. Ne yalan söyleyeyim, ben de hayal perdesinden izledim bu hikâyeyi. Ne anlatıldıysa onu yazmaya çalıştım. Ancak gerçekten hissetmeden kaleme aldığım tek satırı yoktur.

  • Yazma süreci ne kadar sürdü?

Neredeyse iki yıl ama aralıklarla elbette. Bazen üç-dört ayı bulan kopmalar oldu. İlk deneyimim olduğu için başlarda kendi kendime “Herhalde bu roman devam etmeyecek,” dediğimi hatırlıyorum. Sonra anladım ki bu böyle bir süreç, en azından benim için böyle. Çabalamak, çalışmak hiçbir işe yaramıyor. Oldurmaya çalışmak boşa yorgunluk. Sadece tutkuyla takip ettiğiniz ve beklemenin keyfine vardığınız zaman anlatmaya devam ediyor. Yani bir yandan da usul usul eğitiyor beni…

  • Leylâ sizi mi anlatıyor? Eğer öyleyse, bu roman bir anlamda kendinizi ortaya dökmeniz anlamına geliyor. Herhangi bir kaygınız, çekinceniz oldu mu? Özellikle de tanınmış bir kişi olarak…

Leylâ bana beni anlattı. Sadece o mu? Genç-yaşlı, kadın-erkek, kitabın bütün karakterleri aynı şeyi yaptı. Hepsine minnettarım… Ama bu benim hikâyem değil. Kendi hayatıma uyanışım Leylâ’nınki gibi evliliğim ya da kariyerim dolayısıyla değil, anne olmamla başladı. Hatta karakter daha ilk sayfalarda boşanınca ürktüğümü söylemeliyim, ben yakın çevremde bile tecrübe etmediğim böyle iddialı bir kırılmayı hissedip anlatabilecek miydim? Ama gördüm ki ayrılığa dair her tecrübe -bu ister fikir ayrılığı olsun ister çıkar çatışması ya da sıradan bir bencillik- dönüp dolaşıp aynı yeri acıtıyor. Derinlere indikçe hep aynı şeyi buluyorsunuz, herkesin sebebi benzer. Bu da empatik bir bakış açısı kazandırıyor, kucaklanası bir şey. Ben Leylâ karakteri kadar ünlü biri olmadım hiç ama olsaydım çekinir miydim? Artık sanmıyorum, çünkü bir kez kalbinizi kendinize açabildiyseniz -ki bu en zor olanı- başkalarına açmakta da tereddüt etmiyorsunuz. Zaten kimsede farklı bir şey yok. En zoru, insanın kendini olduğu gibi kabul edebilmesi bence ve bu çekiş dövüş ölene kadar sürecek sanırım.

  • “Hayata Uyanış” temelde iki katmandan oluşuyor. Anlatıcının “şimdiki zamanı” ve “geçmiş zamanı”. Fakat başka katmanlara da gidiliyor, zamanda sıçramalar yapılıyor. Ve sonunda döngü tamamlanıyor. Okuması çok keyifli ama yolu kaybetmemek için yazarın fazladan dikkatini gerektiren bir yapı… Neden böyle bir kurguyu tercih ettiniz?

İnanın hiç takılmadım bunlara. Başlangıçta ilk sahnede sadece ben vardım. Kırmızı koltuğa oturmuş, kendi kendine içini döken, daha doğrusu dökmeye çalışan bendim. Sonra romanımın kahramanını ilk kez gördüm zihnimde; Leylâ sanki kanlı canlıydı gelinliğinin içinde… Epey kaybolmuştu. Her nasılsa, hissettiklerini ben de hissediyordum. O zaman bir hikâye dinleyeceğimi anladım. Bu bir eve dönüş hikâyesiydi, o yüzden üç yıl öncesinden başladı. Fakat Leylâ karakterinin o noktaya nasıl geleceğini, evin yolunu nasıl bulacağını ben de bilmiyordum o zamanlar.

  • Peki ama nasıl gördünüz Leylâ’yı? “Hayata Uyanış”ın çıkış noktasını öğrenmek isteriz.

Dedim ya, “Kendi kendime içimi dökmeye çalışıyordum.” Ama nasıl ürkek, nasıl sansürcüydüm bir bilseniz… Kitap yazmayı hedefliyor muydum o an? Ondan da tam emin değilim açıkçası, çünkü başka planlarım vardı o günlerde. Oldum olası kendi duygularıyla köşe kapmaca oynayan bir tiptim, bu yüzden adam akıllı günlük tutmuşluğum bile yoktur. Haber yazmak tam bana göreydi: Mesafeli ve duygulardan arınmış olmayı gerektiriyordu. Fakat kırmızı koltuğuma oturup kendime içimi dökmeye çalıştığım o günden iki yıl önce her şey değişmeye başlamıştı, bambaşka görmeye başlamıştım hayatı. O gün, o koltukta otururken, köşe kapmaca bir anda bitti. Daha ne bekliyordum ki? Denizin ortadan yarılmasını mı? Anlayacağınız ben doğum sancıları çekiyormuşum da haberim yokmuş. Hemen peşi sıra romandaki Leylâ çıktı karşıma ve bambaşka bir dünyayla tanıştırdı beni. Gözümün gördüğü kadar değildi hayat, onu anladım.

  • Açıkçası romanı okurken en hoşuma giden şey, karakterlerin gerçekliği oldu. Bunda sizin anlatım tarzınızın çok etkili olduğunu düşünüyorum. Dile özen gösterdiğiniz anlaşılıyor. “Dil”den kastım sadece Türkçenin iyi kullanılması değil; sözcük seçimlerinden, betimlemelerden, cümlelerin yalınlığından da söz ediyorum. Karakter ve öykü kendi dilini de beraberinde mi getirdi?

Benim bu kitabı yazarken tek kriterim vardı: Samimiyet. “Varsın bir parça defolu olsun isterse,” dedim kendi kendime. “Ama sahici olsun.” Böyle bir öykü başka türlü yazılamazdı. Gerçekten hayal perdesinde izlediğim sahneleri yazdım. Gördüğüm sahnenin verdiği duyguyu ya da karakterlerin hislerini tarif etmek için dizilmiş en uygun kelimeleri aradım, bulamadıysam yazmadım. Tek titizliğim bu oldu. Diyalogları aynen içimde duyduğum şekliyle aktardım. Bazen “Yok artık!” diye itiraz edecek olsam da “Aynen kalacak!” diyordu içimdeki ses.

  • Romanda karşımıza çıkan her karakterin bir işlevi var. En küçük rollerde olanların bile… Bu bağlamda, bu kurgu ile hayat görüşünüz arasında bir bağlantı var mı?

Eskiden ayakları yere basan açıklamalara inanır, her yerde mükemmelliği arardım. Şimdi sadece ve sadece rastlantılara ve akışa inanıyorum. Zaten mükemmel olanı da orada buluyorum. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı “evet”.

  • Romanda Rilke’den, Campbell’dan, Montaigne’den, Thoreau’dan söz ediliyor ve bazı alıntılar yapılıyor. Bu yazarlar kişisel yolculuğunuzun önemli birer parçası mı?

Eskiden de okurdum ama son beş yılda benim kitaplarla olan ilişkim değişti, bir tür dertleşmeye, terapiye dönüştü. Okurken kendimi yazara muazzam yakın hissediyorum. Ama şöyle de bir dezavantajı oldu: Bu bağlantıyı kuramadığım kitabı okumak istemiyorum.  Montaigne, “Keşke şu sayfaların içinden çıkıp gelse de karşılıklı iki laf etsek,” dediğim bir yazardır. Öyle sohbetlerin özlemi içindeyim. Rilke alıntı yaptığım mektuplarında bazen çok karanlıklara da sürükleyebiliyor insanı ama ışığın doğduğu yeri gösteriyor, o yüzden zaman zaman iç daralmasına da değiyor… Campbell benim kahramanım diyebilirim. İnsan olarak serüvenimizi öyle güzel yorumluyor ki daha iyisini dinlememiştim. Tabii bunların dışında da pek çok yazar var… Gizemi severim, fantastik edebiyatı severim mesela. Hemen Borges ve “Alef”i geliyor aklıma…

  • İyi bir okur musunuz? Hangi türü okumayı seversiniz?

Kitaplarla ilişkimi anlattım, bir tür ruhsal beslenmeye dönüştü benimkisi. Kitap okumadan kendimle buluşamıyorum sanki. İnsanın iç dünyasını anlatan kitapları seviyorum. Edebiyatta da üstü örtülü, gizemli anlatımlara, alegorik hikâyelere çekilirim. Aslında romanlar benim kitap tercihimde ilk sıralarda değil. Daha çok hikâye, deneme ve araştırma okurum. Beyin, beden ve ruh bağlantısı ve birlikte nasıl yol aldıkları temel merakım. Bu kimi zaman felsefenin alanına giriyor kimi zaman psikoloji, kimi zaman metafizik ya da kadim öğretiler. Dolayısıyla psikoloji okuyacaksam eğer, ruhu dışlamayan Carl Jung ekolünden değerlendirmelere yöneliyorum. Metafizik dünyaya inanmaya oldum olası meyilliyim ama hayattaki pozisyonuma yakıştıramadığım için fazla üzerinde durmazdım. Son üç yılda o alanda da epey yol aldım ve hayatımın gerçekliğine etkilerini deneyimledim. Kitap okumak başlıca meditasyonum.

  • Bu bir “ilk roman”. Üstelik anladığım kadarıyla sancılı dönemlerin ardından gelen bir roman… Edebiyatın bu anlamda iyileştirici bir gücü olduğuna şüphe yok. Romanınızı tamamlayınca kendinizi nasıl hissettiniz?

Kitap bitince anladım ki güzel olan, kitabı yazma süreciymiş. Şimdi çok daha bilinçliyim, daha ağırdan alıyorum, sürece odaklanıyorum ve her kelimenin tadına bakıyorum.

  • “Her kelimenin tadına bakıyorum,” dediğinize göre yeni kitaplar bekleyebiliriz sanırım. Devamı gelecek mi?

Sanırım gelecek ve sanırım yine bir roman olacak. Ama bu beni ilelebet romancı ya da yazar yapmayacak elbette. Saf bir paylaşma güdüsüyle yazıyorum ve şu sıralar keyfim çok yerinde.

  • Bu yanıtınızdan hareketle “yazar” tanımınızı öğrenebilir miyiz?

Bu sorunun bendeki yanıtı sayfalar alır. “Yazar” ya da “Haberci” veya “Anne”… Böyle tırnak içine alınmış tanımlarla başım dertte benim. Bir kez girdim mi içine kaybolup gidiyorum, kendimi unutuyorum. Tek derdim o tanımın hakkını en iyi şekilde vermek oluyor. O zaman başlangıçtaki saf coşkumu kaybediyorum, endişeler sarıyor her yanımı, işin özünü de oralarda bir yerlerde kaybediyorum zaten. İnsanı nasıl yoksullaştıran bir süreç bir bilseniz! O yüzden aynı kuyuya bir daha düşmemek için “Yazmak hayatımın tutkusuymuş,” demeye çekiniyorum. O yüzden bırakalım böyle kalsın. Sadece “insan” olarak kudretimiz sonsuz bence…

“Modern çağın hastalığı bence kişinin öz benliğine duyduğu özlemdir. Yoksa olumlu düşünce gücüne odaklanarak elbette mal, mülk, sevgili ve kariyer sahibi olabilirsiniz, ben bunu imkânsız bulmuyorum. Ama ya ihtiyacınız olan bu değilse? O zaman tekrar başa dönersiniz çünkü herkes için tek tip reçete yok, biz öyle sansak da. Ruhu rehber almak, gittikçe daha fazla acı veren tekrarlardan kurtarır insanı.”

Elif Tozar mahlasıyla yayımlanmıştır. 

Remzi Kitap Gazetesi, Mart 2012