İskambil oyunlarını babamdan öğrenmiştim. Sıcak yaz öğlelerinde ya da karanlık kış akşamlarında, hafta sonuysa ve keyfi yerindeyse, “Haydi, getirin bakalım şu kâğıtları,” derdi. Piştiyle başladı her şey. Sonra eşek, pis yedili, papaz kaçtı. Son nokta ise, parayla değil, kibrit çöpleriyle oynanan poker oldu. Yazları ise bir-iki aylığına gittiğimiz Ödemiş’te dedem akşam işten eve geldiğinde bir yandan “ajansı” dinler, bir yandan da iskambil kâğıtlarıyla fal bakardı. Kısacası, kendimi bildim bileli iskambil desteleri olurdu evimizde.
İskambil oyunlarının bana göre en keyifli tarafı, desteyi karma süreciydi. Destenin arkasından bir kümecik al, aralara serpiştir, sonra bir başka kümecik daha… Arkadan öne sürekli bir hareket. Yeterince karıştığına ikna olduysan dağıt.
Zamanla desteyi ikiye ayırıp birbirine bakan uçlarını bükerek hafifçe kaldırmayı, büktüğüm bu uçları “tırrrrttt” sesi eşliğinde, birbirinin içine geçecek şekilde bırakıvermeyi öğrendim. Tek bir adım kalmıştı: bu “tırrrttt” sesinden sonra, uçlarından birbirine karışmış desteyi bu kez de dıştaki uçlarından tutup içbükey eğerek kâğıtların avucuma dökülmesini sağlamak. Anlatması zor, yapması çok keyifliydi. Bugün de hâlâ o şekilde iskambil kararım. Ancak o zaman kâğıtların yeterince karıştığına ikna olurum. Çünkü kâğıtlar iyice karışmazsa, her oyun yeni ve başka bir oyun olmaz. Murathan Mungan’ın deyimiyle, “Herkesin hayatta birden fazla şansı olsun” diye iyi karmak gerekir iskambil destesini.
Mungan, uzun öykülerinin içindeki öykücüklerini yeniden kardığı “İskambil Destesi” adlı kitabının önsözünü yukarıdaki dilekle bitirmiş. Ama bu dileğin gerçek olabilmesi için elimizdekileri iyi tanımamız, yaşam senaryomuzu ince ince dokumamız gerekiyor. Tıpkı yazarın öykülerini daha en başından, bölünebilir parçalar halinde kurgulaması gibi. Mungan’ın tiyatro eğitimi ve deneyimiyle birleşen yazı dehası, iç içe sahnelerden örülü öykü ve romanları ayrı sahneler olarak da okurun karşısına çıkarıyor.
“İskambil Destesi”nde yer alan on öykü, Mungan’ın “Kaf Dağı’nın Önü”, “Yedi Kapılı Kırk Oda”, “Üç Aynalı Kırk Oda” ve “Son İstanbul” kitaplarındaki çeşitli öykülerin içinde yer almış öyküler. Hep derler ya, “Bütün, parçaların toplamından fazladır,” diye; Mungan’ın yazınında parçalar da bütünün dışında kendi başlarına birer bütün olarak karşımıza çıkıyor. Yani aslında yazar “İskambil Destesi”nde yeni bir şey üretmiyor. Daha önce ürettiklerini kendi başlarına birer kurgu içinde, okurun hayal gücüyle yoğurulmak üzere sunuyor. Bir yapboz gibi değil, bir iskambil destesi gibi… Çünkü yapbozda yerleri değiştirme şansınız yoktur. Oysa iskambilde kartları farklı kararsanız, elinize farklı kâğıtlar düşecektir.
“Desteyi yeniden karmak, kâğıtları yeniden dağıtmak” başlıklı önsöz her şeyi açıklıyor: “Kitaplarımda görüleceği gibi, uzun öykülerim, her biri kendine ait başlık taşıyan kısa ve orta boy öykülerin diziliminden oluşur. Bunlar hem bir bölümleme mantığıyla, ait oldukları bütünün bağlantı parçası olarak belli bir akış içinde birbirini izler, hem de tek tek ele alındıklarında, anlam ve bütünlük yitimine uğramadan kendi başlarına birer ‘öykü’ olarak da okunabilirler; en azından bu yapılmaya çalışılmıştır.” (s. 9)
Bir anlamda da bir oyun bu kitap. Zaten yazar da bunu arka kapak yazısıyla doğruluyor: “Bu seçki aynı zamanda bir tür oyun kitabı: edebiyatın girdi-çıktıları üzerine yeniden düşünmeye kışkırtmak isteyen edebiyat-içi bir oyun.” Mungan okuru da bu alana davet ederken belli ki oyunu çok ciddiye alıyor. Çünkü bu oyunda edebiyat kendini sürekli yeniden üretiyor. Kısa öykülerin içinde yer aldığı uzun öyküleri daha önce okumuş ya da okumamış olmamız ciddi bir fark yaratmıyor. Okumadıysak, işte yepyeni kısa öyküler karşımızda. Okuduysak da, bunları diğer öykünün örgüsü içinde okuyup anlamlandırdığımıza göre, şimdi önümüzde yepyeni bir kapı açılıyor yeniden anlamlandırmak ya da bambaşka bir şekilde yorumlayıp zihnimizde bambaşka bir şekilde sonlandırmak için.
“İskambil Destesi”nin önsözündeki kısa öykü tanımını tam da yazının bu noktasına eklemekte fayda var: “Çünkü kısa öykünün önemli özelliklerinden biri, roman kesinliğinde bir ‘son’ duygusuna sahip olmayışıdır. Pek çok öykü, ‘aydınlattığı an’la’ okurun gözlerini kamaştırır, ama biterken, ardında okurun izini artık kendi imgeleminde sürdüreceği yanıtsız bırakılmış sorular, asılı kalmış durumlar, puslu belirsizlikler bırakır. Çoğu kez öyküye gücünü veren de budur; yarım kalmışlığın ya da olmamışlığın verdiği bir çeşit hayat sızısı…” (s. 10)
Kitaptaki on öyküden onunun da, Mungan’ın deyimiyle aynı “yarım kalmışlık” duygusunu verdiğini söylemek bana göre zor. “Bir A4 Masalı”, “Duvar” ve “Yoksulların Tarikatı” gibi kısa öykülerde okuma süreci bitince zihinde “devam ettirme” süreci başlıyor. Okur için kitabı en keyifli hale getiren özellik de bu zaten. Ama “Bere” ya da “Bantlar” gibi birkaç öykü, sanki orada, o noktada sonlanıyor. En azından benim bir okur olarak, kendi deneyimlerin, yaşadıklarım ya da algılarım doğrultusunda hissettiğim bu oldu. Bu durum tabii ki bahsettiğim öykülerin değerinden hiçbir şey kaybettirmiyor. Olsa olsa Murathan Mungan’ın kısa öykü tanımıyla pek örtüşmüyor denebilir, hepsi o.
İlk öykü, yani “Çiçek” ise (“Kâğıttan Kaplanlar Masalı”ndan), okurun kitap boyunca cebinde taşıyacağı bir bilgi olarak önemli. “Yazarken hep o çiçeği bulduğumu düşünürüm … Oysa kitap bittiğinde, başkalarına götürüldüğünde, ansızın hayretle fark ederim ki, büyü bitmiş, taçyaprakları dökülmüş, sapı kalmıştır geriye. Başkalarının elinde gördüğüm kitap, benim gördüğüm değildir. Yeniden yazmaya, yani o çiçeğe dönerim.” (s. 17)
Dolayısıyla “İskambil Destesi”ndeki öyküler de bir kişi bile okuduğu anda “taçyapraklarını döküyor”, artık Mungan’ın olmuyor. Tahminimce o, çiçeğini aramak için çoktan yola çıkmıştır bile. Biz de burada yeni çiçekleri beklemeye devam ediyoruz, okuyarak yok etmek ya da çoğaltmak üzere…
“İskambil Destesi”, Murathan Mungan, 112 s., Metis Kitap, 2014
Remzi Kitap Gazetesi, Haziran 2014