Fatih’e Veda

İstanbul’da doğdum. Çocukluğumdan itibaren Fatih’e defalarca gittim. Hatta ergenliğimde yazları hep babamların oradaki mağazasında çalıştım. Çarşaflısından Sibel Can’ına kadar her türden insanın alışveriş ettiği bir yerdi. Çeşitliliğin kıymetini orada anladım. Arada sırada Fevzi Paşa Caddesi’nin insan kalabalığı arasından geçip kendimi Çarşamba Pazarı’nda akıntıya bıraktığım da oldu.

Babamlar iflas etti, mağaza kapandı, ben büyüdüm. O hükümet geldi, bu hükümet gitti, Türkiye “değişti”.

Aradan seneler geçti ve ben tekrar Fatih’e döndüm. Yürümeyi yeni öğrendiğim andan itibaren annemin ayakkabılarımı aldığı mağaza, babamların eski mağazası, hemen yanındaki kuruyemişçi, Çarşamba Pazarı, Fevzi Paşa, Akdeniz Caddesi, Millet Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi, Sahaflar Çarşısı olmayan Sahaflar Çarşısı, ver elini Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Mercan, Çakmakçılar Yokuşu; isteyene Süleymaniye’nin yokuşları, dar sokakları; azıcık yürüyünce Balat, deniz, yeşil, mavi…

Benden yüzlerce, binlerce yıl önce birikmeye başlamış hikâyeler…

Burada evlendim; bir Ermeni mimarın elinden çıkmış, tavanı 4 metreyi aşan, 1930 tarihli bir evde yaşadım; oğlum liseyi burada bitirdi, üniversiteye başladı, ayrı eve çıktı; romanımı burada yazdım; kedimiz Kepçe ailemize bu evde katıldı.

Tanıyanlar bilir, ben mekanların ruhuna inanırım. Bir de detaylara. Başlangıçta mekanların ruhunu değil, kendi ruhumu kaybettiğimi sandım. Ne yapsam olmadı. Cami karşımda duruyordu mesela. Biliyordum ki üstüne bastığım zemin sadece Fatih Camii’nin avlusu değil, Havariyyun Kilisesi’ydi de. Hatta Ümit Meriç’e göre 12 Burç Mabedi de orasıydı. Bir şey olmalıydı herkesi oraya çeken.

Oysa Büyük Konstantin Hıristiyanlığı akıllıca bir siyasi kararla benimsemişti. Fatih Camii ilk yapıldığında siyasi bir semboldü, sonra da hep öyle oldu. Yine de ve her şeye rağmen bir ruhu olmalıydı. Fakat ağaçtan yoksun o bembeyaz avlu, hatta musalla taşları bile bir şey demedi bana.

Sokaktan geçen seyyar satıcıların sesleri değil, insanların birbirine bağırtısıydı en çok duyulan. Kavgalar, küfürler, kornalar… Sesler ruhu öldürüyor, bunu iyice anladım.

Fatih’ten ayrıldım. Geçmişinde su kemerleri, tapınaklar, geniş çarşılar yerine bostanlar, pek çoğu yok olup gitmiş av köşkleri ve yazlık konaklardan başka bir şey olmayan bir yerdeyim. Sigara içmek için mutfak penceresinden başımı uzattığımda 15-20 ağaçlık bir korucuk görüyorum. Sokakta gürültü yok. Araba sesi elbette var ama korna pek duyulmuyor. Uzaktan, modern dünyanın en bereketli metaforlarından birine dönüşmüş bir dönmedolap görünüyor. Yanıp sönen ışıklarıyla milyon dolarlık daireleri ucuz pavyonlar gibi aydınlatıyor. Huzurluyum. Yeni yapıldığı için temeli sağlam ama iç malzemeleri dandik, küçücük evimizde pencereden bakıyorum.

Fatih’e çok kırgınım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir