Galeano’nun ve Latin Amerika’nın kadınları

Çiçeklerden kaktüs… Hayvanlardan yılan… İnsanlardan kadın… Hep ötekidir bunlar. Dikenleri batar, dilleri zehirler, huyları anlaşılmaz! Öteki olmak; bastırılmayı, susturulmayı, yok edilmeyi gerektirir. Yüzyıllardır “öteki” bitkilerin, hayvanların, insanların başına gelen de bu değil mi?

Bölge coğrafyasında tecavüzler, cinayetler, baskılar, dayaklar ardı arkası kesilmeden sürerken, “o da şöyle yapmasaydı, onu giymeseydi, bunu demeseydi, o kadar içmeseydi” cümleleri de peşi sıra geliyor. Hep aynı Nasreddin Hoca repliği: “Peki ama hırsızın hiç mi suçu yok?”

Sadece bizim bölgemize özgü de değil üstelik bu yaklaşım. İnsanı insan bağlamından koparıp cinsiyet bağlamına indirgemek dünyada binlerce yıldır uygulanan bir gelenek. İnsani değil, siyasi ve toplumsal bir gelenek. Çünkü böylesi daha kolay. Daha uygun. Daha güvenli. Kadını susturmak, toplumun yarısını susturmak demek. Kadını cehalete mahkûm etmek, toplumun neredeyse tamamını mahkûm etmek demek. Kadını ev ve çocuk dünyasına hapsetmek, toplumun çok değerli bir kesimini boşlukta bırakmak demek.

Kadın üzerinden yaratılan acıların sadece bu ülkeye ya da bölgeye özgü olmadığını bilmek bir avuntu olamaz elbette. Dahası, acıyı pekiştirmekten başka bir işe de yaramayabilir. Yine de yalnız olmadığımızı bilmek önemli. Eduardo Galeano bize “Kadınlar” isimli kitabında, Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde kadınların “makus talihinin” hep aynı olduğunu anlatıyor. Galeano’nun notlarında kâh Delaware’deki Alice sessiz protestosunu sürdürüyor yıllarca, kâh Uruguaylı bir kadın, masalların gerçeğini gösteriyor.

“Alice 1686’da köle olarak doğdu ve köle olarak yüz on altı yıl yaşadı.

Doksan yaşındayken kör oldu.

Ona Ferry Dunks’ın Alice’i diyorlardı. Sahibinin emrinde, Delaware Nehri’nin iki yakası arasında gidip gelen yolcuları taşıyan arabalı vapurda çalışıyordu.

Daima beyazlardan oluşan yolcular bu yaşlıların yaşlısı kadınla dalga geçtiklerinde, onları nehrin diğer kıyısında ağaç ediyordu. Bunun üzerine yolcular bağırarak onu çağırıyorlardı, ama bu bir işe yaramıyordu. O görmediği şeyi duymuyordu da.” (s. 21)

“Kötü davranış şüphesi uyandırmayan kadın yok. Bolero şarkılarına göre bütün kadınlar nankör; tangolara göreyse hepsi fahişe (anne hariç). Dünyanın güneyindeki ülkelerde yaşayan her üç kadından biri, evlilik hayatının rutin bir parçası olarak, yapmış olduğu ya da yapabileceği şeylerden ötürü dayak yiyor:

‘Biz uykudayız,’ diyor Montevido’nun Casavelle mahallesinden bir işçi kadın. ‘Prensin biri seni öpüp uyandırıyor. Uyandığında ise pataklıyor.’” (s. 129)

Kilisenin “ilk günah”tan sorumlu tuttuğu Havva’dan Diyanet’in eve kapatmaya çalıştığı Havvalara kadar tüm kadınlar, resmi dilin kurbanı. Kadının zeki, üretken, anne ya da fahişe olması değil mesele. Resmi dil, kadını sevmiyor. Akademisyen olarak da sokak kızı olarak da sevmiyor. “Pozitif ayrımcılık” kavramı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bile bunu gösteriyor. Ayrımcılığı kökünden kazımak mümkün olmuyor.

Elbette buna kadınlar da önemli katkılarda bulunuyor. Birkaç gün önce metroda kendi gözlerimle gördüğüm gibi, bir erkeği haksız yere suçlayan bir kadın hakaret edip peşi sıra adama tokat attıktan sonra, “Karakola gidelim, sizden şikâyetçiyim,” cümlesini duyunca, “Ben de kocamı arıyorum, sen benim kocamın kim olduğunu biliyor musun?” diyebiliyor. Tokat atarken yalnız, karakola giderken kocayla. Erkeğin omzunun arkasına sığınmaya hazır halde…

Oysa Cumartesi Annelerimiz öyle mi? Yıllardır aynı gün, aynı saatte, aynı yerde, aynı direnişle… Tıpkı Plaza de Mayo Anneleri gibi. “Kendi evlatları tarafından dünyaya getirilmiş kadınlar olan Plaza de Mayo Anneleri, bu trajedinin Yunan korosunu oluşturuyorlar.” (s. 28)

Kadın ülkeleri yönetir; Tutmosis’in büyük kızı Hatşepsut gibi… Ama takma sakal kullanmak zorunda bırakılır.

Kadın üretir; İspanya’da kadınların eğitimine odaklanan manastırlar kurmuş Avilalı Teresa gibi… Ama Engizisyon tarafından bedeni parçalara ayrılır.

Kadın öğretir; İspanya’nın ilk kadın öğretim görevlisi olan Emilia Pardo Bazán gibi… Ama hiçbir öğrenci dersine gitmez.

Kadın öğrenir; “Öklid ve Arşimet’e kök söktürmüş matematik problemleri üzerinde” çalışan Hypatia gibi… Ama “Kadına benzemiyor,” derler zekâsını övmek isteyenler.

Kadın sorgular; Fransız Devrimi’ne yüreğini koyan, Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni teklif eden Olympe de Gouges gibi… Ama devrimciler tarafından giyotine gönderilir.

Kadın yüzleşir: “Birleşik Dev­let­ler’de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Meksika’daysa her dokuz dakikada bir. Bir Meksikalı kadın şöyle diyor: ‘Daha sonra adamların sana hoşuna gitti mi diye sormasının dışında, tecavüze uğramakla bir kamyonun çarpması arasında bir fark yok.’” (s. 129)

“Kadınlar”ı okurken “Seni Resmetme Sanatı” başlıklı yazının üzerine not düşmüşüm: “Kadın yaratır, şekillendirir, unutmaz, bir yolunu bulur.” Çünkü:

“Korint Körfezi’ndeki yataklardan birinde yatan bir kadın, odun ateşinin ışığında uyumakta olan aşığının profilini seyrediyor.

Adamın gölgesi duvara vuruyor.

Aşığı şu anda kadının yanında yatıyor ama gidecek. Şafak vakti savaşa, ölüme gidecek. Duvardaki gölgesi, yolculuk arkadaşı da onunla birlikte gidecek ve onunla birlikte ölecek.

Şu anda henüz gece. Kadın korların içinden yarısı yanmış bir odun parçası alıyor ve duvara gölgenin konturlarını çiziyor.

Bu çizgiler gitmeyecek.

Kendisini kucaklamayacaklar, bunu biliyor. Ama en azından gitmeyecekler.” (s. 19)

“Uyumayı başaramıyorum. Gözkapaklarımın arasında uykumu kaçıran bir kadın var,” diyor Galeano kitabın bir yerinde. Kadınlar için özel yazılar yazmanın gerekmeyeceği bir dünyayı düşlemekten de uykusuz kalabilir insan.

Kadınlar”, Eduardo Galeano, Çev: Süleyman Doğru, 197 s., Sel Yayıncılık, 2016

Remzi Kitap Gazetesi, Mart 2016

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir