Hayattan bıkan ile genç yaşta ölenin tuhaf karşılaşması

(ölenin haberi, bıkanın ise yüzü yok)

Hiçbir şeye ve hiç kimseye tahammülüm kalmadı. Hep aynı mekanlarda bulunmaktan, hep aynı şeyleri konuşmaktan, hep aynı dertlere gark olmaktan bıktım. Sessizlikten, bilmekten ve öğrenmekten başka bir beklentim yok artık şu hayattan. O da dünyayı değiştirmek için değil ha, öğrenmek dışında hiçbir şey beni mutlu etmediği için. Ne yapmalı?

Yürümek ve yalnız kalmak hep iyi gelmiştir bana. Sanıyorum genetik miras dediğimiz şey sadece hastalıklarla ya da fiziksel özelliklerle sınırlı değil. Yörük köklerimin emrettiği üzere, bunaldıkça kendimi sokağa atıyorum. Bugün de öyle yaptım. Güneşin hâlâ tepede olmasına aldırmadan, her yerin korkunç kalabalık olacağını bilmeme rağmen çıktım dışarı. Söylemiş miydim bilmiyorum, kalabalıktan da nefret ediyorum.

Madem böyle bir cengaverlik yaptım, oldu olacak manyaklığın dibine vurayım da sahile gideyim dedim. Başladım yürümeye. Kulağımda “Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı”, yüzümde maske. İkinci doz aşımın üzerinden on gün geçti, yine de açık havada bile (yalnız değilsem) maske takıyorum. Çünkü insanlar takmıyor. (Evet, cinas yaptım burada.)

Lunapark cıvıl cıvıl. Minibüs Caddesi bir pazar gününe göre sakin sayılır. Sahil yoluna çıkış “hava bedava, bulut bedava”nın karşılığını almak isteyenlerle tıklım tıklım. Sahil boyunca arabayla dolaşmak hiçbir zaman anlayabildiğim bir şey olmadı. Denizin kıymetini bilmemenin en açık göstergesi bence bu araba gezileri.

Neyse, attım kendimi yürüyüş yoluna. Caddebostan’a kadar yürüyüp dönme niyetindeyim. Bisikletli kadar Martı’lı da var ortalıkta. İnsan kalabalığı da caba. Sağı solu önü arkayı kollaya kollaya, tempomu bozmadan, kulağımdaki programı kaçırmamaya çalışarak yürüyorum. Suadiye’ye doğru minicik bir plaj var, bilenler bilir. Başında sonunda kocaman harflerle “denize girmek tehlikeli ve yasaktır” yazar ama daima doludur o plaj. Fakat bugün tuhaf bir kalabalık vardı. Polisler, zabıta, kuru kalabalık… Boğulan mı var acaba diye düşündüm, ama herhangi bir feryat figan duyulmuyordu. Denize baktım, dalgakıranın iç tarafında bir cankurtaran jetskisi, dış tarafında sahil güvenlik teknesi. Ah, dedim, eyvah.

Kulaklığı kapattım ama yürümeye devam ettim. Ortam Twitter’ın vücut bulmuş hâliydi, her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi diyordu “15 yaşında bir çocuk”, kimi “abisiymiş şurdaki”, kimi “burda değildir o, ileridedir”. Bu arada çocuklar, büyükler denize girmeye, oynamaya devam ediyordu. Mahalle yanarken… Bir ambulans geçti yanımdan, canhıraş bir siren sesiyle. Biraz daha yürüdüm. Baktım olmayacak, olay mahalline döndüm.

Dedim ya, kalabalık sevmem. Biraz ileride durdum, maskemi indirdim, bir sigara yaktım ellerim titreye titreye. Sağım solum boştu, herkes plaja yakın durmaya çalışıyordu. Oysa bulunduğum yerden geniş bir açıyla çok daha iyi görünüyordu her şey. Sigaramdan birkaç nefes çektim çekmedim, “N’olmuş burda komşu,” diye bir ses duydum yanımda. Maskesiz bir kadın, sırf yanımda duruyor diye bana komşuluğu uygun görmüş. Maskemi takıp birkaç adım uzaklaştım, “Biri boğulmuş galiba,” dedim. Sesimin soğukluğuna ben bile şaşırdım.

Kadın bana sordu ama tabii ki o benden çok daha fazlasını biliyordu. “Şu var ya şu, kolsuz siyah tişörtlü çocuk, boğulanın abisiymiş o. Öyle durup bekliyor, ben olsam atmıştım kendimi çoktan suya.” Konuşmak ne kolay değil mi? Hep öyledir. “Hmm,” deyip birkaç adım daha uzaklaştım kadından. Maskemi indirip sigarama devam ettim.

Cankurtaranlar şnorkelle dalıp durdular ama çocuğu bulamadılar. Sahil Güvenlik dolaştı, bakındı, bulamadı. Sonra cankurtaranlardan biri, kıyıya topu topu 6-7 metre mesafeden bağırdı. “Burda! Burda!” İki kişi daldılar, çıkaramadılar. Abisi olduğu söylenen delikanlı (20 yaşında ya vardır ya yoktur) kıyıya koşacak gibi oldu, sonra plajın arkasındaki duvarın dibine gitti, çöktü kaldı. Sahil Güvenlik teknesine seslenip balıkadamın gelmesini istediler. Balıkadam gösterilen yere dalıp çocuğu çıkardı. Abi elleriyle yüzünü kapattı. Cankurtaranların biri koltukaltlarından, biri de bacaklarından tuttu çocuğu, kıyıya taşıdı. Acil Servis hemen kalp masajına başladı. Abi yaklaşamadı yanlarına. Bir dakika ya sürdü ya sürmedi, başlarını salladılar, kalp masajını bıraktılar. Çocuğu ambulansa koyarlarken abi insan kalabalığının içinde ilerlemeye, kardeşinin yanına gitmeye çalışıyordu. Ambulans siren çalmadan uzaklaştı. “Çok geç,” dedi birisi. “Kim bilir çocuğun yokluğu ne zaman fark edildi.”

Uzun ince, esmerce bir oğlan. 16-17 yaşlarında. Ergenlerin o biçimsiz gelişim evresinde, incecik kollar, bacaklar. Kafa irice. Bulunduğum yerden yüzü bembeyaz göründü bana. Korkmuş mudur? Korkmaz mı? Su aniden mi derinleşti? Kum mu çekti? Kramp mı girdi çocuk, ne oldu? Sesini duyuramadın mı?

Bana fazla geliyordu bu hayat daha on beş dakika önce. Seninki eksik mi kaldı? Üstünü ben tamamlayabilseydim keşke. Öğrendiklerim hiçbir işe yaramadı.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir