Her şey, hiçbir şey…

Kendisi de bir pratisyen hekim olan babam sık sık “Pratisyen hekim her şeyden anlayan ve hiçbir şeyden anlamayan hekimdir,” der. Hekimleri kızdırmayalım ve hemen açıklayalım bu sözün anlamını. Diyelim ki göğsünüz ağrıyor. Olasılık hesapları yapıp önce kardiyologa, sonra göğüs hastalıkları uzmanına, ardından ortopediste, hatta belki de psikiyatra gitmemeniz için vardır pratisyen hekimler. Sizi muayene ederler, sorun hakkında bir fikir edinirler ve ilgili hekime yönlendirme yaparlar. Ama asla bir kardiyolog gibi davranmazlar.

***

Çevirmen de biraz pratisyen hekim gibidir. Üniversitedeki çeviribilim eğitiminde politika, ekonomi, uluslararası hukuk gibi derslerin verilme nedeni de budur. Dolayısıyla biz de her şeyden anlıyoruz biraz. Fakat hiçbirimiz bir siyaset bilimci kadar politika ya da bir avukat kadar hukuk bilgisine sahip değiliz. Peki ama o zaman çevirilerimizin doğruluğundan nasıl emin olacağız?

Bir çevirmenin olmazsa olmazlarından birisi, ilgi alanlarının çeşitliliğidir. Dünyadaki hiçbir şey bize yabancı olmamalıdır. Günün birinde bir iklimbilim kitabı karşımıza çıkarsa, en azından neyle mücadele edeceğimizi bilmemiz gerekir. Aynı şey, çeviri süreci için de geçerlidir. Ortaya çıkarmaya çalıştığımız metnin “güvenilirliğini” olabildiğince sağlamak için bıkmadan usanmadan araştırmak, okumak, denemek, yapıp bozmaktır bizim işimiz. Bir tür saklambaç yani… Anlamlar kaçar, biz kovalarız.

***

Diyelim ki çevirimiz içimize sindi ve ilgili yere gönderildi. Yayınevine düşen en büyük sorumluluk nedir? Bu çeviriyi, konusunda uzman bir editöre göndermek. Çünkü editör, çevirmenin yoldaşıdır. İyi bir editöre giden çevirinizin emin ellerde olduğunu bilir, gönül rahatlığıyla beklersiniz yorumları. Ne heyecanlı ve keyifli bir bekleyiştir o!

Editör desteğini almamış çeviri ise çoğunlukla tek bacağı kısa bir masa gibidir. Yemeğinizi dikkatli yemeniz gerekir. Her an bir sallantı olabilir, masanın üzerindeki tabak yere düşüverir. Tıpkı çok güzel bir çevirinin havasının tek bir vahim hatayla sönmesi gibi…

Bu konuda çarpıcı bir örneğe rastladım geçtiğimiz günlerde. Kimilerine göre modası geçmiş bir kitaptı okuduğum: Thomas Paine’in Sağduyu adlı kitabı. 1776’da, Amerika Birleşik Devletleri henüz bağımsız bir devlet değilken yazılan bu “kitapçık”ta Paine monarşi, iktidar ya da bağımsızlık hakkında yeni bir şey söylemiyordu. Fakat dili öylesine sivri ve hicivliydi ki, pek çok yerde gülümseyerek okudum. Çevirmen M. Macit Kenanoğlu’nun da konuya hakim olduğu belliydi. Fakat ne zaman ki Kitab-ı Mukaddes’ten yapılan alıntıda Samuel yerine İsmail yazıldığını gördüm, aldığım keyif birden azaldı. Çünkü İsmail, İngilizce “Ishmael”di ve İbrahim peygamberin oğluydu. Söz konusu alıntıda bahsedilen kişi ise bir başka İbrani peygamberi olan Samuel’di. (Kitab-ı Mukaddes çevirilerinden de bu konuda bilgi alınabilir.) Bu durumu görünce aklıma ilk gelen, editör desteğinin alınmadığı oldu. Kitabın künyesine baktığımda da bir editör ismi göremedim.

***

İyi bir çevirmen, okura karşı sorumluluğunu özenle yerine getirecek, bilmediklerini de emin ellere teslim etmekten gocunmayacaktır. Yayınevlerine düşen ise iyi çevirmenler ile iyi editörleri buluşturmak, editörü kitabın künyesinde geçmesi gereken bir isim olmaktan çıkarıp kanlı canlı bir insan, bir uzman haline dönüştürmektir. Çevirmen, zaman zaman çok vahşi olabilen bu sözcükler dünyasında yalnız bırakılmazsa, iyi kitaplar ve iyi okurlar mutlaka çıkacaktır.

 

  • Thomas Paine, Sağduyu, Çev.: M. Macit Kenanoğlu, Lotus Yayınevi, Eylül 2005, Ankara

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Nisan 2009

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir