İtirafa teşvik, irtifaya davet

“Ben sarkaç yapmayı çok severim. Çünkü saatte oluşmuş bütün sistemin neticesi sarkaçta alınır. Onun ağırlığını, boyunu ve kompanzasyonunu tespit etmek çok incelikli bir iştir.” Böyle diyor Şule Gürbüz, TRT’de yayınlanan “Ne İçindeyim Zamanın” belgeselinde. Ve son kitabı “Öyle miymiş?” tam da bu sarkaç duygusunu veriyor insana. Aslında insana değil, bana demeliyim. Çünkü Gürbüz’ü bir kez okuyan, genellemelerden kopuveriyor. Dahası, gerçeklikten emin olmanın imkânsızlığını görüyor.

Sarkaç: belli belirsiz bir tıkırtı, yeknesak bir hareket, tekrarlayan bir ritm. O halde “Öyle miymiş?” sıkıcı bir kitap mı? Sarkaç saatin bir parçası, zamanın birim değeri. Borsası olmayan, takası yapılamayan, yerine koyulamayan zamanın geçişinin kanıtı. Mesele belki de sarkaçta değil, iki tıkırtı arasında uzanan, genişleyen, yayılan anda. Ne oluyorsa o anda oluyor. Ya da ne olmuyorsa o anda olmuyor işte. Bir nevi sonsuzluk. Sonlu bir hareketin ara noktalarına sıkışıp kalmış bir sonsuzluk. Sonsuzluk ne kadar sıkıcı olabilir ki?

Sarkaç: bir araya gelip dakikalara, saatlere, günlere ulaştıran tiktakların kaynağı. Adeta akışkan. “Öyle miymiş?” gibi. Sade görünen bir karmaşık yapı. Bağlantısızmışçasına tıkırdayan seslerin getirdiği bir müzik.

Sarkaç: kuşku. Bir an için ritmi kaçırma korkusu. Kaçırdığım noktada ne kaybettim? Hangi tik, hangi tak gitti ömrümden? O tik ve tak arasındaki anda ben neredeydim?

Sarkaç: dünyanın göbek bağı. Yerçekiminin kölesi, insanın efendisi. “Öyle miymiş?”

Sarkaç imgesiyle okuduğum bu kitabı anladım mı diye kendime sorduğumda cevabı bilemiyorum. Oysa ne çok satırın altını çizdim! Anlamamış olabilirim, ama duyduğumu ve hissettiğimi biliyorum. Tıpkı Şule Gürbüz’ün “Zamanın Farkında” kitabında da hissettiğim gibi. Anlamadığımı kabullenmek bir tik, hissettiğimi kavramaya çalışmak bir tak. Yeni bir zaman ölçü birimi. “Öyle miymiş?”

Tam da şu anda, sarkaç bir sağa bir sola giderken bu yazıyı layıkıyla yazabileceğimden de emin değilim. Mesele yanlış anlamak değil, kadir kıymet bilmemek. O zaman sarkaç ah-mak ah-mak ah-mak diye de çınlayabilir. “Acıyı Beet­hoven çekti sen üşenmezsen dinledin, can pahasına yazılan şiirleri ruhuna bakılmaz kızlara serpeledin, gezdin gördün, ‘Kemikli koyun eti gibi yok,’ dedin.” (“Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?” s. 40) Bu ahmaklık değil de nedir?

Gerçi ahmaklık da insandan pek ayrı bir kavram sayılmaz. “İnsan kan dökücü ve zalim ama dağın taşın istemediği iradeyi aldı diye sağa sola çalımlanmış. İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden insan adam olmaz. Melek, boşa üzülme, insan bir şeydir zannetme.” (“Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?”, s. 28)

Kitaba adını veren “Öyle miymiş?” şu cümleyle açılıyor: “Russell’ın eşek kadar ‘Batı Felsefesi Tarihi’ diye bir kitabı var.” Böyle başlayan bir yazı, daha ilk andan göz korkutur mu? Korkutur elbet. Zaten ilerledikçe göreceksiniz, birkaç yol çıkacak karşınıza:

a) Dinler tarihini, tarih felsefesini, felsefe kuramını, ezoterik öğretileri yalayıp yuttuysanız nispeten düz bir yol sizi çağırıyor, yürüyün. Algılarınızı açın, kavrama noktanızı daha da daha da yukarı çekin. Tik-takları duymuyor musunuz? Önceliğiniz değildir belki. O da olur. Ama o zaman okuduğunuzdan hoşlanacağınıza dair bir teminat yok, ona göre.

“Ama işte bilen nerdeymiş, ‘Beklemek’ ile ‘Sahip olmak’ın aynı olduğunu bilen nerde? Belki bu yüzden bekleyemeyenle doluymuş her yer ya da beklerken kayıpta olduğunu düşünenlerle. Sürtünerek edinilen ilim dökülerek zâyi olurmuş.” (s. 133)

b) Dinler tarihini, tarih felsefesini, felsefe kuramını, ezoterik öğretileri “eh işte” düzeyinde biliyorsanız, fikir sahibi olmaya yetmese de rampayı tırmandıracak nefesi sağlamaya yetecek kadar varsa bunlardan içinizde, yine yürüyün. Tik-takları duyun. Yorulunca durun, soluklanın, dinleyin, yeniden başlayın, dönüp dolaşıp bir daha okuyun. Nefesinizi akciğerlerinizin marifeti sayarken kalbinizi unutmayın. Anlamadan ya da pek anlamadan hissetmenin o gaipvari dünyasına girin.

“Nedense bu topraklarda ne dikilse kuruyor, sulansa çürüyormuş. Bu topraklar hakikat sevmiyormuş. Ülkemize masal diyarı denmesi bundanmış. Ama bir masalcı edâsı da yokmuş. Masalı hakikat tavrı ile anlatmak varmış.” (s. 111)

c) Dinler tarihi, tarih felsefesi, felsefe kuramı, ezoterik öğretiler umrunuzda bile değilse, sarkaçın ritmi gibi sözcüklerin akışına bırakın kendinizi. Lisanın tadına varın. Ama uyarayım, öztürkçeçi inkârcılardansanız, ya ezberinizi bozar ya da keyfinizi kaçırırsınız.

“Sade halk böyle atlarken, sıçramadan nefes nefese ‘Ses’ ve ‘Hayat’ dergilerinden, Amerika’daki yeni buluş ve medeniyet tanelerinden iştihâ ile haberdar edilirken, Anadolu’daki kurşunî şehir ve kasabalarda efendilerin ve kıymetli büyüklerin halkalarında, çoraplar halılarda, kaşıklar bardaklarda, çiviler duvarlarda, paltolar çivilerde, muşambalar yerlerde, şu şivi muşambadaki çiçeğin tam gözünde, gıcırtı kapıda, kadın yeleğinin içinde, bulgur kurumada, oğlan surat asmada, kız el öpmede, erişte kesilmede, gün uzamada ama bahar gelmemede iken, büyükler hep rüyada, zemzem kuyudan çok uzakta şurdaki tahta masada, Mushaf yeşil naylon kabında duvardaki kavuklukta, ağacın yaprakları tozlu, kabuklar râyihasız ve cilasız, namazlar göğe ulaşmak için değil yeryüzünü yaklaştırıp kendine ısındırmak için, mâsivadan el etek çekmek için değil onu elde etmek için ve keder bunun olmaması, Allah isteneni vermeyen demek ki daha iyisine saklayan iken, televizyon bunun sahiplerini gösteren aygıt iken yıllar yılları devirmiş.” (s. 137-138)

Bütün bu miş ve mış’lar içinde bana ne sorsanız, “Bilmiyorum” derim. Hiç utanmadan. Şule Gürbüz, bilmediğini ve anlamadığını söyleme rahatlığı veriyor çünkü insana. Peki ya size sorsam: Öyle miymiş?

Öyle miymiş?”, Şule Gürbüz, 198 s., İletişim Yayınları, 2016

Remzi Kitap Gazetesi, Nisan 2016

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir