“Kociş”ine kahvaltı hazırlarken her bir zeytin tanesini kurdeleyle saran kadınlara şaşırmaktan uzun zaman önce vazgeçtim. Yanlış önermelerle yola çıktığınızda, vardığınız sonucun doğru olmasını bekleyemezsiniz. Erkeği eve bağlama, yuvayı yapma, evinin kadını-çocuklarının anası olma, kol boyu altınlarla bezenme, bir pırlanta yüzüğe tav olma gibi görevler ve değerlerle yetişmiş bir kadının yolu, kendini yonta yonta oluşturmak gibi zor ve acı bir işle kesişir mi hiç?
Oysa doğduğumuzda her şey ne kadar açık. İki cinsiyet var (anatomiden bahsediyorum). Onlardan biri olarak doğuyorsun ama o dönemde idrar boşaltma yöntemi haricinde bir farkın yok. Karakterin, cinsiyetinden bağımsız olarak kendine özgü. Kadın da olsan erkek de, biriciksin. Sonra gelsin pembeler-maviler, hanım kızım-aslan oğlumlar, karakter oymacalar, cinsiyete göre torpil geçmeceler, “yaşı büyüdü artık, öyle giyinmesin”ler, “yaşı büyüdü artık, tabii bakacak kızlara”lar.
Karşı koymak kolay değil. Tüh, tam da kişiliğimizi tanımaya, kendimizi yontmaya başladığımız yıllar bunlar. İçten içe yontmak gerek o zaman, kimseler görmeden. Özgürleşene kadar.
Bir şeylerin ters gittiğini düşünen/sezen/anlayan kadınlar uzun ve acı bir bekleyişe başlıyor. Kendi kendini kemirerek. Bir terslik olmadığını düşünenler için ise pek sorun yok sanki. Onlar zeytin kurdeleleme eğitimi alıyorlar. Tam donanımlılar.
Bu kadar mı? Her şey bu kadar kolay mı? İnsan olmak zor bir kere. Kendini inşa etmek kolay iş mi? İnsanlıktan çıkmış yaratıkların arasında yaşayıp insan olmak, sonra insan kalmak, sonra insanlığı anlatmaya çalışmak zor. Erkek için de zor elbette, ama kadın için daha da zor. Çünkü onun zeytinle de mücadele etmesi gerekiyor fazladan. İşte bu yüzden kadın yazarlar ve kadın romanları benim için daha da kıymetli.
Yazının başlığına bakınca ne demek istediğim anlaşılıyor mu bilmem ama Irmak Zileli romanlarına gönderme yapıyorum aslında. İlk romanı “Eşik”ten başlayarak hep kadınların hikâyelerini anlatıyor Zileli.
“Eşik”, 1980 ihtilali döneminde küçük bir kız çocuğunda anne ve baba kavramlarının oluşma sürecini anlatıyor. Sonraki yaşamımızda terapiste gidersek ilk anlattığımız yaşlar bunlar. Her şeyin kök nedeni aslında. Fark edilme, takdir edilme, kişiliğini ortaya koyabilme çabaları.
“Eşik”teki küçük kız, “Gözlerin Kaçırma”da anne oluyor. Anne olmayı istemiş mi acaba? Yoksa “eh, artık vakti gelmiş” mi? Her kadın doğurmak, her anne çocuğunu sevmek zorunda mı? Bana göre Irmak Zileli’nin en cesur ve en iyi romanı “Gözlerini Kaçırma”.
Rollerin baskısı arttıkça “Gölgesinde” kaldığı şeylerden kurtulmaya çalışıyor kadın. Kendini bulmanın değerini daha iyi anlayıp, topuklu ayakkabılarını bir kenara atıveriyor. Yeni bir yola çıkıyor.
Ama bu yol nereye götürecek kadını? “Son Bakış”taki Tina’nın yolu karanlık mesela. Yabancı bir ülkede kaçak bir işçi Tina. Nezahat Hanım’a bakıyor. Nezahat Hanım artık hiçbir şeyi hatırlamıyor. Tina’ya kalırsa bal gibi de anlıyor ama söylenenleri. Ve bir gün Tina, Nezahat Hanım’la birlikte yaşadığı evin anahtarlarını almadan dışarı çıktığını anlıyor. Eve çatıdan girmeye çalışıyor, çünkü kimseden yardım isteyemiyor. Yabancı. Ve düşüyor. Ve ölüyor. Ölmeden önce kalbinin derinliklerinden annesiyle konuşuyor. Öteki olmayı anlatıyor. İnsanların öteki olanı sevmediğini anlatıyor. Ölüme giderken cümleleri uzuyor, kelimeler tekrarlanıyor, bağlaçlar ve edatlar karmakarışık oluyor. Vakit yaklaştıkça Tina’nın telaşı artıyor. Daha hızlı anlatmalı annesine her şeyi, daldan dala atlayıp konuşsa bile olur. Ne de olsa artık ölüyor.
Hepimiz yalnız ölüyoruz elbette ama bazı ölümler daha da yalnız oluyor.