Kedice öğreniyorum bir kedigilden…

Oğluma arkadaş, bana da çeviri ve redaksiyonla dolu uzun gecelerde yoldaş olsun diye ailemize bir kedicik katıldı bir ay kadar önce. İsmi Ponçik. Gerçekten de üstüne pudra şekeri serpilmiş bir ponçik gibi beyaz, tombul, sevimli bir yavru. Güya çalışırken bana yoldaş olacaktı ama köstek olmayı tercih ediyor. Bilgisayarın başına oturduğum anda yanıma gelip kitaplarımı ve kâğıtlarımı yatak olarak kullanıyor. Hatta bilgisayarın üstüne boylu boyunca uzanıyor. İlk başta yadırgadım Ponçik’in bu hallerini. Sonra fark ettim ki bilgisayarın üstüne yatarsa veya patisiyle hafifçe yanağıma dokunursa bu, “İşi gücü bırak da benimle ilgilen” demek. Kitapların üstünde yatmasının nedeni ise bana yakın durmak istemesi.

Bir de “miyavca” meselesi var. Miyavlamalarının perdesi, süresi, tonlaması hep farklı anlamlara geliyor. Örneğin “miyaaa-aaaav” gibi kesik kesik konuşuyorsa, “Yediğin/içtiğin her neyse ben de ondan istiyorum” demek istiyor. Arka arkaya kısa miyavlamalar, “Lütfen beni odana al. Söz veriyorum, hiçbir yeri karıştırmayacağım, uslu duracağım” demek. Sadece birkaç kısa miyav, “Madem istediğimi yapmıyorsun, ben de sana küstüm o zaman” anlamına geliyor. Bu ve benzeri mesajları öğrenmeye başladığınız zaman işiniz kolaylaşıyor. Tıpkı bir bebeğin derdini anlamaya çalışmak gibi…

“Bu köşede çeviriyle ilgili yazılar olmuyor muydu? Ne zaman kedi köşesi oldu?” diyeceksiniz belki de. Ama Ponçik’ten söz etmek için geçerli nedenlerim var. Şöyle açıklayayım: Bir kedinin ne söylediğini anlamak için “miyavca” bilmek yeterli olmuyor. Kediyi izlemeniz, huyunu suyunu öğrenmeniz, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını görmeniz, onunla belli bir ilişki içinde olmanız gerekiyor. Ancak ondan sonra iletişim kurmaya başlayabiliyorsunuz. Aynı şey kedinin size uyum sağlaması için de geçerli tabii. O da sizin yaşam düzeninize, ses tonunuza, yaklaşımınıza alışıyor zaman içinde.

Şimdi, her şeyi olduğu gibi, bu kedi meselesini de çeviriye bağlayalım. John Milton’ın “Kayıp Cennet”i (Paradise Lost) yazdığı (yazdırdığı) sırada kör olduğunu bilmek, esere bakışınızı değiştirmez mi? Puşkin’in ayak fetişisti olduğunu bilmeden Puşkin çevirisi yapabilir misiniz? Ya da Dostoyevski’nin Tanrı anlayışını bilmiyorsanız, onun herhangi bir eseri size kapılarını açar mı? Oscar Wilde’ın eşcinselliği sadece kişisel tercihi olarak mı görülmeli?

Biraz daha ileri gidelim. Bosnalı bir yazarın eserinde savaşın izlerini sürebilmek için o topraklarda neler yaşandığını bilmeniz gerekmez mi? Çin’in coğrafyasını bilmeden, bu ülkeyle ilgili okuduklarınızı tam manasıyla anlayabilir misiniz? Victor Hugo devrimden ayrı düşünülebilir mi? Bir Kudüs öyküsünü çevirmeden önce, öykünün belki on, belki yirmi katı yazı okumak sizi esere daha fazla bağlamaz mı?

Peş peşe çok fazla soru sorduğumun farkındayım. Bu sorulara verilecek yanıtları da biliyorum aslında. Ama soru sormak, çevirmenin işinin çok önemli bir parçası. Kendine sorular sormalı çevirmen. Bununla yetinmeyip günümüzün en büyük nimetlerinden biri olan internete sormalı. Çevirdiği kitabın yazarı hayattaysa ona sormalı. Değilse, yazarın yaşamının ayrıntılarını öğrenmeye çalışmalı.

Düzeltilerini yaptığım, çevirmen olarak da okur olarak da çok beğendiğim “Lala” isimli kitapta takıldığım noktaları çevirmenle paylaştım. Bir süre birlikte düşündük, çalıştık. Bir gün çevirmen Seda Köycü Arslantekin’den neşeli bir mesaj geldi. Takıldığımız birkaç yeri, doğrudan kitabın Polonyalı yazarı Dehnel’e sormuş. Böylece gizemler çözüldü, yazarımızın bir “tık” mesafede olmasının avantajını yaşadık. Ne büyük bir nimet!

Dilerim Polonya edebiyatının son dönemdeki en önemli yazarlarından olan Jacek Dehnel daha uzun yıllar yaşar. Ama ya ölmüş olsaydı? O zaman bizi uzun bir yolculuk bekliyor olacaktı. Sözlüklere sığmayan, yaşam öykülerinin yetmediği, anadili Lehçe ve anavatanı Polonya olanlara, konsolosluklara kadar uzanacak bir öykü. Neden? Çünkü kitaplar, deşifre edilmeyi bekleyen mesajlardır. Ve bu mesajları olabildiğince doğru almak isteyen herkes, dilin ötesine geçmek zorundadır. Tıpkı bir kediyle iletişim kurar gibi.

Bir yılın daha hesabını kapatıyoruz. Herkesin birbiriyle daha iyi, daha sağlam, daha önyargısız iletişim kurabildiği bir yıl diliyorum…

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2010

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir