Kunduracılar, terziler! Sizi seviyoruz!

“Aman canım, nedir bu çevirilerden, çevirmenlerden çektiğimiz?! İnsanda ne keyif bıraktılar ne de kültür. Uçuruma doğru gidiyoruz azizim; bilim, sanat, kültür tehdit altında!” Bunları ben demiyorum vallahi. Schopenhauer böyle demeye getiriyor.

1788-1860 tarihleri arasında yaşamış bu Alman felsefecinin seveni kadar sevmeyeni de var. Hatta herhalde sevmeyeni daha fazladır çünkü kendisi tam bir kötümser. Zincirlerle kuşatılmış, ruhu acı içinde kıvranan, arzularına yenik düşerek oradan oraya savrulan insanlardan söz ediyor. Toplum yaşamı içinde doğal kabul ettiğimiz pek çok şey ona göre gereksiz, anlamsız, hastalıklı. Dil ve bilim ilişkisi hakkındaki görüşleri ise son derece radikal. İşte Say Yayınları tarafından 2011 yılında, Ahmet Aydoğan çevirisiyle yayımlanmış “Okumaya ve Okumuşlara Dair” adlı kitaptan bir Schopenhauer alıntısı:

“Bilginlerin evrensel dili olarak Latincenin okullardan kaldırılması ve yerini milli edebiyatların dar kafalı taşralılığının alması Avrupa’nın eğitim davası için [yani beşeri bilginin korunması ve aktarılması için] gerçek bir talihsizlik olmuştur. Bütün Avrupa’da okumuş bir kamuoyu ancak Latince sayesinde var olduğundan bir kez neşredilmiş bir kitap doğrudan herkese ulaşmış oluyordu.”

Schopenhauer’e göre Kant’ın felsefesinin pırıltılı günlerinin kısa sürmesinin, Goethe’nin renk teorisinin anlaşılamamasının ve elbette ki kendisinin görmezden gelinmesinin nedeni buydu. Diğer bir deyişle, bilimin ve sanatın dili olan Latince ve Yunancanın yerine her ülke bilimini ve sanatını kendi dilinde üretmeye başlayınca, bu kadim diller unutulmaya yüz tutuyor ve “masum gençler, tembelliğin, cehaletin ve barbarlığın yolunu takip etmeye alıştırılmış oluyor”du. Bilimsel eserlerde ve dergilerde Latince ve Yunanca yerine Almanca çevirilerin kullanılmasından çok şikâyetçi Schopenhauer:

“Aman ya rabbi! Kunduracılarla terziler için mi yazıyorsunuz? İnanırım, onlar için yazarsınız siz! Sırf ‘daha iyi bir satış yapmak’ için. … Hindiba, kahvenin ne kadar yerini tutarsa, Almanca çeviriler de Grekçe ve Latince eserlerin ancak o kadar yerini tutar; üstelik bu çevirilerin doğruluklarına da güvenemeyiz.”

Bu nasıl bir seçkinciliktir böyle? Basbayağı bir sınıf ayrımı. Çevirinin ve bir kolaylaştırıcı-aktarıcı olarak çevirmenin tümden dışlanması… Çevirinin doğruluğuna güvenememek elbette her zaman tartışılabilecek bir konu. Cervantes de söz etmişti bundan, bugün biz de hâlâ aynı şeyleri konuşuyoruz. Ama bilimi ve sanatı iki dille kısıtlamayı aklım almıyor. Tanrı, Babil Kulesi’ni göğe yükselten kibre kızınca ceza olarak insanların dillerini farklılaştırmış. Birbirlerini anlamamalarını sağlamakla çevirmenlere torpil geçmiş. Kutsal kitaplar bile bu durumdan nasibini almış. Bir de şu Schopenhauer’in ettiğine bakın!

Oysa Italo Calvino çeviri üzerine yazdığı bir denemede ne diyor? “Dünyadaki herkesin bilmediği ya da artık bilmediği bir dilde yazan kişi için çevirmen doğal ve gerekli bir müttefiktir ve iletişim odaklı bir canlı olan yazarın yaşamsal bir parçası gibi bile görülebilir. Çevirmenler olmasa, yazdıklarımın kendi ülkemin sınırları dışına hiçbir zaman çıkamayacağı gerçeğini asla unutmuyorum.”

Calvino ile Schopenhauer aynı bardağa bakıyor olsalar da birinin gözü dolu taraftayken, diğerininki boş kısma takılıyor. Ne yalan söyleyeyim, meslek icabı (biraz da iyimserlik isteğinden) gönlüm Calvino’dan yana. Çünkü dünyaya söyleyecek sözü olanlar, yazmaya devam ediyor. Çünkü Babil yıkıldı artık, dönüşü yok…

 

“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2011

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir