Savaş ve barış değil, barış için savaş

Eski Ahit’in Hâkimler kitabının 6-8. bölümlerinde bir adamdan söz edilir. İsrailoğullarını Medyenlilerin elinden kurtarmak üzere Yehova tarafından seçilmiş bir adamdan… Bu adam yanına sadece üç yüz kişi alarak binlerce kişilik Medyen ordusunu bozguna uğratır, krallarını öldürür, İsrailoğullarının yedi yıl boyunca Medyenlilerden çektiklerini sona erdirir. Bunun üzerinde İsrailoğulları Gideon’dan kendilerine krallık etmesini isterler. Gideon ise “Sizi Yehova yönetecek,” diyerek bu teklifi reddeder.

Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan bu hikâyedeki kahramanımızı nasıl tanımlayabileceğimizi bir düşünelim. Gideon cesurdur, akıllıdır, adildir, mütevazıdır, sağduyuludur. İşte Howard Gordon’ın Gideon’u da Kitab-ı Mukaddes’in Gideon’uyla benzer özellikler taşıyor. Yani süper güçleri olmayan bir süper kahraman!

Howard Gordon, ünlü televizyon dizisi “24”ün yapımcısı. Kiefer Sutherland’in başrolünde oynadığı diziyi izleyenler her bölümün ne kadar heyecan dolu olduğunu, serimden düğüme bir türlü gidemeyen olay örgüsünün insanı her dakika nasıl da diken üstünde tuttuğunu anımsayacaktır. Böyle bir dizinin yapımcısının yazdığı romanın da elbette benzer heyecanlarla dolu olması beklenir. Howard Gordon, “Gideon’un Savaşı”nda bu beklentiyi kesinlikle karşılıyor.

Kitabın girişinde İngiltere’nin eski başbakanlarından Winston Churchill’in şu sözü yer alıyor: “Savaşları kazananlar barış yapmakta nadiren başarılı olurlar, barışı sağlamakta iyi olanlar ise asla savaş kazanamazlar.”

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu salonunda başlayan öykü, Güneydoğu Asya’nın balta girmemiş ormanlarına, nehirlerine, kayalıklarına uzanıyor. Bununla yetinmeyip Güney Çin Denizi’ndeki bir petrol platformuna bağlanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı tarafından da uydu aracılığıyla takip ediliyor. Birbirinden kilometrelerce uzaktaki mekânlar arasında oluşan bu karmaşık ağın tek bir ortak noktası var: güç.

Kitabın konusu hakkında kısacık bir bilgi vermek gerekirse (okurun hevesini kursağında bırakmadan): Güneydoğu Asya’da küçük bir krallık olan Mohan, dini kendi çıkarlarına alet eden isyancılar tarafından yakıp yıkılıyor. (Çağımızda ne yazık ki artık alıştığımız bir strateji bu.) Her gün birilerinin öldürüldüğü, sözde mücahitlerin kasabaları birer birer ele geçirdiği bu ülkenin başındaki belanın adı Ebu Nasır. Ve bu konuyla ilgilenmesi için, Mohan’ın müttefiki Amerika Birleşik Devletleri’nden ülkeye bir elçi gönderiliyor. Bu elçi, Birleşmiş Milletler’in genç arabulucusu, gözbebeği, barışsever Gideon Davis. Fakat barışı elde etmenin tek yolu savaşmaksa ne olacak?

Her ne kadar barış için diyalogdan yana olsa da, savaşmak söz konusuysa Gideon’dan iyisini bulmak zor. Çok iyi silah kullanıyor, fiziksel gücü yüksek, dağ tepe demeden ilerliyor, açlığa ve susuzluğa dirençli, dalgıçlık deneyimi var, bomba imha edebiliyor ve başka pek çok beceriye sahip. Yani bu iş için biçilmiş kaftan. Ama hepsi bu kadar değil. Sayfalar ilerledikçe okur, ülkeler ve kurumlar arasındaki güç savaşları kadar, Gideon’un kendi geçmişiyle olan hesaplaşmasına da tanık oluyor. Bütün bu süreç, bir insanın savaşı ile bir ülkenin savaşı arasında, yapılan seçimler açısından aslında pek de fark olmadığını düşündürüyor. Diğer bir deyişle, insanın kendisiyle olan ilişkisi de benliğiyle ve geçmişiyle barışmaktan yana olup olmamasına bağlı. Ve Gideon bu mücadeleyi derinden yaşıyor.

Her kahramanın yanında genç, güzel ve zeki bir kadının olması âdettendir. “Gideon’un Savaşı”nda bu rol Kate Murphy’ye düşüyor. Güney Çin Denizi açıklarındaki bir Amerikan petrol platformunun yöneticisi olan bu genç kadın bir anda kendini maceranın ortasında buluveriyor. Mücahitler bir yandan, platformu tehdit eden fırtına ise diğer yandan saldırıyor. Neyse ki Kate de Gideon kadar atletik, cesur ve akıllı. Bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini buluyorlar. Böylesine gergin ortamlarda doğan aşkların ne kadar uzun ömürlü olacağı bilinmez ama doludizgin yaşandıkları kesin.

Roman boyunca Gideon zaman zaman geçmişe dönerek babası ve ağabeyiyle olan ilişkilerini gözden geçiriyor. Nedenlerini anlayamadığı ve asla anlayamayacağı olaylar kadar, kendi kendini eleştirdiği durumları da düşünüyor. Her an gerçeğe, barışa ve kendine biraz daha yaklaşıyor.

Elbette kitap boyunca başka karakterlerle de karşılaşıyoruz. Ve eklenen her karakter, olay örgüsüne yeni bir sorun, yeni bir bilmece getiriyor. Çözmek de Gideon’a kalıyor kuşkusuz. Ama kahramanların işi zaten bu olmalı, öyle değil mi?

Daha fazla ayrıntı yazıp da kitabın tadını kaçırmak olmaz. Ama şu kesin ki “Gideon’un Savaşı” tam zamanında yayımlanmış bir roman. Kumsalda güneşlenirken bir solukta okuyabileceğiniz ya da sıcaklardan kaçıp evinize sığındığınızda elinize alıp keyifli akşamlar geçirebileceğiniz, sürükleyici bir macera.

Bu maceranın belki de en güzel özeti, arka kapak tanıtımında yer alıyor:

Güneydoğu Asya’da küçük bir ülke…

Acımasız mücahitler…

Okyanusun ortasında yapayalnız ve savunmasız kalan bir petrol platformu…

Eski bir Amerikan askeri…

Ve bütün bunları birleştiren bir komplo…

Gerçeklerle yalanların birbirine karıştığı bir ortamda, sadece bu küçük ülkenin geleceğini değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin ordusunu, itibarını, Başkan’ını da kurtarabilecek tek kişi vardır: Gideon Davis. Ama Birleşmiş Milletler’de çalışan bu yetenekli arabulucu, bir yandan kendi geçmişiyle de yüzleşmek zorundadır. Ve belki de en zor görevi budur.

Barışa yürekten inanmış bir adamın nefes kesen savaşı…

 

Elif Tozar mahlasıyla, Remzi Kitap Gazetesi, Ağustos 2011