Satırlar arasında 1915

U perinern aysbes dıkhur yerker gerken voğç kişer / Ve perilerin hüzünlü şarkıları geceden sabaha dek sürdü

Çocukken en sık kullandığımız savunma yöntemiydi “Ama o da bana vurdu!” demek. O zaman kabahatimizin hafifleyeceğini zannederdik belki de. Yine de yediğimiz ve attığımız tokatların acısı cayır cayır yanardı yanaklarımızda. Çocuktuk, bir saate kalmadan unuturduk. Peki neden büyüyünce de unutuverir olduk? Daha mı kolay böylesi? Acıların hesaplaşmasının olmayacağını bir türlü öğrenemedik. Acı, acıdır. Düştüğü yeri yakar. Etrafta durup sadece seyredeni, vicdan azabıyla er ya da geç kavurur. Vicdanı olmayan ise o acıyı çektirendir zaten. Yıllar geçer, hatta yüz yıl geçer, acıyı çekenlerin ardından gözyaşı dökülür, çektirene ta yürekten “ah!” edilir. Çocuk değiliz, unutmayalım. Çocuk değiliz, “ama” demeyelim. Çocuk değiliz, kederi paylaşalım. Çocuk değiliz, savunmaya geçmeyelim. Olanı olmamış, olmayanı olmuş yapamayız. Olanı görüp, anlayıp, öğrenip birlikte yol alabiliriz. Sarkis Çerkezyan’ın da dediği gibi, “Dünya hepimize yeter.”

 

1915’i çocukken bilmezdim elbette. Hele benim gibi Yeşilköy’de büyümüş biriyseniz, yan komşunuzun çocuğu Arin’in isminin neden Arin olduğunu sormak aklınıza bile gelmez. Önemli olan tek şey, Arin’in oyunlarda mızıkçılık yapıp yapmadığıdır. Biraz daha büyüyünce, Arin’lerin üst katında oturan Karin’in anneannesine neden Mari Teyze değil de Madam Mari dediğiniz takılabilir aklınıza elbette. Yine de çok üzerinde durulacak bir konu değildir. Zira Madam Mari şahane gül tatlısı ve paskalya yumurtası yapar.

Aradan biraz daha zaman geçer. Bir gün okulun tiyatro kulübünde biriyle tanışırsınız. Özcan. Gönlünüz kayıverir. O da size karşı boş değildir, kesin. Özcan der ki “Hiç boşuna heveslenmeyelim; sen ve ben, mümkün değil!” Nedenini sorarsınız. Cevap çok şaşırtıcıdır: “Çünkü ben Ermeni’yim!” Böyle bir durumda aklınıza gelen ilk soru ne olur? Benimkini söyleyeyim: “İyi de adın neden Özcan o zaman?” Özcan, ailesinin böyle bir ismi “daha güvenli” bulduğunu söyler. Kalbiniz kırılır, hayalleriniz yıkılır, minibüs kuyruğuna girer, Özcan’ı geride bırakırsınız.

Yıllar sonra, 2015’te, Özcan gelir takılır işte aklınıza. Şimdi olsa farklı sorular sorarsınız ona. Çünkü mutlaka vardır bu isim kaygısının gerekçesi. Belki 1955’te, belki 1915’te, belki 1909’da. Çünkü tarih, acılarla doludur ve bu acıların varlığı bile reddedilir “gerekirse”. Ama neden gereksin? Aklımdaki asıl soru bu. İnsan, neden kabul etmesin acıların yaşandığını? Devlet(ler) demiyorum. Çünkü biliyorum ki o noktada dinamikler çok farklı. Devletlerin vicdanı olmuyor. Diyeceksiniz ki “devletin vicdanı hukuktur”. Hukuk, isteğe göre eğilip bükülebilen bir araç. Vicdanlı olmasını beklediğiniz insanların kurduğu vicdansız devletlerin kimi zaman maşası, kimi zaman darağacı, kimi zaman da kurtarıcısı.

Bir 2015 gerçeği var. Devletlerin ismi üzerinde bir türlü karar veremedikleri bir olayın 100. yılı. Kimilerine göre soykırım, kimilerine göre mesele, tehcir, sürgün ya da yer değiştirme. Ermeniler ne diyor peki 1915’e? Meds Yeghern. Yani Büyük Felaket. Bir an için biz de bu “adlandırma” derdine düşüp, Büyük Felaket’in 100. yılında, farklı bakış açılarıyla yayımlanmış kitaplardan birkaç örneğe bakalım.

Ama, zira, neticede…

Ulus-devlet geleneğini devam ettirip sabit bir noktadan bakıyorsak dünyaya, pek çok şey söylenebilir 1915 hakkında. “Ama”larla dolu, “zira”larla süslü, “neticede”lerle onaylı…

İlk kitabımız, Bilgeoğuz Yayınları’ndan çıkan, Hüseyin Adıgüzel imzalı “Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”. Kitabın giriş yazısında olay şöyle özetleniyor: “Halbuki, tarih olayın birçok sebebi bulunduğunu açık olarak gösteriyor. Bu sebepler irdelenmeden, iyi anlaşılmadan, bu konu ile ilgili söylenecek her şey, laf-ı güzaftan ibaret olur. … ‘Ermeniler, Osmanlı toprakları içerisinde yer değiştirme’ işlemine tabi tutulmuşlardır. Bu doğrudur. Ama bunun doğru olması, sebeplerin yok sayılmasına asla bir gerekçe teşkil etmez.” (s. 16)

Bu ifadeyi kitaptaki ilk “ama” olarak algılayarak hemen bir sonraki sayfaya (yani “zira”ya) geçelim: “Çünkü, Ermenilerin istekleri hiçbir zaman bitmeyecektir, ta ki, Türk devleti yıkılana, Türk milleti tarihten silinene kadar … Türk milleti uzun tarihi boyunca hiçbir millete ‘SOYKIRIM’ yapmamıştır. Aksini söyleyen iftira atmakta ve yalan söylemektedir.” (s. 17)

Bu satırlar, Adıgüzel’in başlangıç noktasını çok net bir şekilde özetliyor elbette. Kitabın diğer bölümlerinde öncelikle Ermenilerin kökeni, “Ermeni” isminin nereden geldiği, Anadolu’ya ne zaman yerleştikleri gibi bilgiler veriliyor. “Herodot Tarihi”ne dayanarak, sonradan “Ermeni” adını alan bu milletin aslında Frig kolonisi Haylar olduğunu yazıyor. (Adıgüzel’in elindeki “Herodot Tarihi”nde “Haylar” olarak geçiyor olabilir; bendeki çeviride “Ermeniler”.) Ermenilerin Fırat Havzası’na yerleşme tarihleri ise, farklı kaynaklara göre değişiyor ama M.Ö. 700 ilâ 500 arasında bir tarihten söz etmek mümkün.

“Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”ne göre mesele şu: “Çünkü; Anadolu, Kafkasya’nın güneyi ve Urmiye Gölü çevresi, Türklerin ana yurdudur. Bu topraklarda, M.Ö. dört bin, dört bin beş yüz yıllarında Türkler yaşamış ve devlet-beylik kurmuşlardır. Aşağıda göstereceğimiz gibi, ‘gelme halk’ Türkler değil, Ermeniler ve Kürtlerdir.” (s. 84) Okullarda öğretilen resmi tarihte, Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt Savaşı’yla girdiği yazılır. Yine de 10. yüzyılda bazı Türk boylarının Anadolu’ya geldiğini ve burada yerleşik düzene geçtiğini biliyoruz. Fakat M.Ö. 4500’den söz eden bir kaynak bulamadım açıkçası.

Adıgüzel’in kitabı, Kâmuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası” adlı kitabında olduğu gibi resmi tezi destekliyor. Diğer bir deyişle, Ermeniler çeteleştiler, Türklere saldırdılar, Ruslarla işbirliği yaptılar, Osmanlı’yı sırtından bıçakladılar. Dolayısıyla devlet, bütünlüğünü korumak için Ermenilere karşı radikal bir önlem olarak yer değiştirme uygulamak zorunda kaldı. Ama kitap, resmi tezin de ötesinde, ilginç bir yaklaşım getiriyor konuya: “Ermenilerin, 1950’li yıllardan bu yana, 1915 olayları için sıkça kullandıkları SOYKIRIM sözünü daha yumuşak hale getirebilmek için kullandığımız TEHCİR sözü, bize göre yanlış kullanılan, hiç kullanılmaması gereken bir sözcüktür. … Bir topluluğu, bir halkı zorla, güç kullanarak göç ettirmek [“tehcir”in sözlük anlamı], 1949 yılında imzalanan ve bizim de taraf olduğumuz Cenevre Sözleşmesi’ne göre, savaş suçudur. … Biz bu sözcüğü kullanarak kendimizi, ‘hem savaş suçu hem de insanlık suçu’ işlemiş suçlu konumuna düşürüyoruz. … Lütfen sizler de bu sözü kullanmayınız!” (s. 221-222)

Soykırım nedir?

Madem bütün mesele “olayı” isimlendirmekte, bu noktada biraz durup kanunlardan söz edelim isterseniz. Birleşmiş Milletlerin 1948 tarihli “soykırım” tanımı (ki bu terimi üreten Lemkin, 1915’teki katliamdan yola çıktığını açıkça söylemiş) şöyle: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının, bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.”

O halde 1915 bir soykırım mıdır? Sadece devletler değil, akademisyenler, hukukçular, sosyalbilimciler de bu sorunun yanıtını arıyor. Çünkü işin içine “soykırım” girdiği zaman devletler açısından ağır cezalar ve yaptırımlar söz konusu oluyor. Soykırım demeye dili varmayanlar “insanlık suçu” terimine razı olmaya yelteniyor. Ortada olan, görünmez oluveriyor. Taner Akçam’ın da dediği gibi, “… ilk önce ortada bir suçun işlenmiş olduğunun kabul edilmesi gerekir. … Görülmesi gerekir ki, Türkiye’de Resmi Tez olarak bilinen görüş, esas olarak yaşananların bir suç kategorisi ile açıklanmayacak, ‘normal’ bir eylem olduğu fikrinden hareket etmektedir.” (“Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”, s. 328).

Kılıç artığı

Anadolu’nun farklı yerlerinde yaşayan, işinde gücünde insanlardı hepsi de… 24 Nisan 1915’te İstanbul’dan Ermeni aydınların sürüldüğünden haberleri var mıydı acaba? Kendi başlarına da böyle bir şeyin geleceğini düşünebilirler miydi? Apar topar, çoluk çocuk, aç sefil, kıyım katliam… Torunları işkence çekmesin diye onları Fırat’a atıp boğulmalarını izleyen, öldüklerinden emin olunca kendini de suya bırakıveren nineler. Karnı deşilen gebeler, nehir kenarında boğazlanan erkekler, yola güç yetiremeyip dermansız kalınca öylece ölüme terk ediliveren amcalar… Şanslı bile sayılabilirler mi Der Zor’a, Musul’a varabilenlere kıyasla? Ya da annesi babası gözü önünde öldürülünce Türk ailelere verilen çocuklarla karşılaştırıldığında? Yani “kılıç artıklarıyla”. Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin’in anneannesi Seher (Heranuş) Hanım’la örneğin. Ya da 90 yaşına gelip çocukluğuna dönünce Ermenice konuşmaya, maniler söylemeye başlayan (mesela) Sabri Amca’yla.

Somon balıkları gibi…

Büyük ölçüde Gregoryen Ermenileri hedef alan soykırımın 100. yılında bir de Katolik Ermeni’ye kulak verelim. Gazeteci Jan Devletoğlu, Doğan Kitap’tan çıkan “İyi Kötü Ermeni” adlı kitabında anılarını paylaşıyor. Bu anıların hepsi hüzünlü değil, insanı gülümseten pek çok an da var. Ama çizilen resmin çerçevesinden, ne olursa olsun “azınlık” olma duygusunun hüznü sürekli sızıyor. Baskın Oran’ın da dediği gibi, “…dünyanın bir noktasında azınlık olan kişi otomatikman dünyanın her yerinde azınlık olmaya mahkumdur: Türkiyeli işçi Almanya’da ‘Karakafa’dır, memleketi Türkiye’ye dönünce ‘Almancı’ olur”. (“Türkiye’de Azınlıklar” s. 34)

Devletoğlu, Türkiye’de Ermeni olarak “azınlık”, Ermenilerin içinde de “Katolik” olarak “azınlık”. 1915 Tehcir Kanunu çıktığında Gregoryen ya da Katolik diye ayrım yapılmadan tüm Ermenilerin sürülmesi gündeme gelmiş. Devletoğlu’nun babası da bu sürgünden nasibini almış. “Sonra büyük ve uzun yürüyüş başlamış. Kafileler halinde değişik yerlere sürülmüşler. Babamın kafilesinin yönü Suriye’deki Deyrü’z-Zor’muş. … Bir keresinde, yürüyüş sırasında, yolda cesetler arasında yaşayan yaralı bir adam görmüşler. Pala darbesi başının tam yanına isabet ettiği için kafatası kırılmış, beyninin bir bölümü açıktaymış. Babam yanında taşıdığı unu suyla karıştırıp hamur yapıp adamın başına sürmüş.” (s. 120-121)

Jan Devletoğlu’nun babası, yolda kaçmayı başarmış. “Sonra… Somon balıklarının hayat hikâyesindeki gibi gerisingeri Türkiye’ye, doğdukları ülkeye, vatanlarına dönmüşler.” (s. 121)

Ve acıya uzaktan bakanlar, bizler…

Vahşeti yaşamamış olanlar. Yaşayanları belki de hiç tanımamış olanlar. Ermeni olanlar ya da olmayanlar. 1915’i nasıl biliriz biz? Okuduklarımızı, duyduklarımızı zihnimizde nasıl kurgular, nasıl yorumlarız? Öğretilenlerin ötesine geçmek istesek, yola nereden çıkarız? Resmi ideolojilerden tehcir etmek için kendimizi, nereye bakar, nereye kulak veririz?

İnsanlığın acıları ortaktır. Yugoslavya’da, Ruanda’da, Polonya’da, Azerbaycan’da ya da Anadolu’da… Pusulamız kalp olduğu sürece, yönümüz hep insanlıktır. Can Yayınları, Adalet Ağaoğlu’ndan Murathan Mungan’a, Mine Söğüt’ten Vivet Kanetti’ye, Ferit Edgü’den Ece Temelkuran’a kadar pek çok edebiyatçının kalbinden geçenleri, “’İçimizdeki’ Ermeni” adlı kitapta bir araya getirdi kısa süre önce. Yiğit Bener’in hazırladığı kitap, bütün kavramsal ve hukuksal tartışmaların ötesinde, edebiyatın şifalı gücüyle umut tazeliyor. Kitapta Ferit Edgü’nün de dediği gibi, “Ne var ki ben, yüzbinlerce insanın, kadın, çoluk çocuk acımasızca öldürülmeleri karşısında kuramın değil, ‘yaşamın gerçekleri’nin yanında yer almayı yeğlerim. Ölümün karşısında soyut kuralların hiçbir ağırlığı olmadığı için.” (s. 57)

Zamanı geldi

Ve işte artık bütün kanunlardan, kurallardan, öğretilerden, ezberlerden farklı olarak, ortak dili konuşmanın zamanı geldi. Bu dünyada en kutsal kavramın “yaşam hakkı” olduğunun bilinciyle konuşmanın zamanı geldi. Soykırımın hukuki açıklamalarını ömür boyu okuyabiliriz. İstediğimiz kadar reddedebilir ya da kabul edebiliriz. Ne olursa olsun, her şey birkaç güçlü devletin yöneticisinin dudaklarından çıkacak sözcüklere bağlı olacaktır. Oysa insanlığımız bir bütün. John Donne’un 16. yüzyılda dediği gibi, “”Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; … ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Çanlar, kadim dostlarımız için çalarken burada mıyız? Dost görmediklerimiz için çalarken de burada olabilecek miyiz? Karin Karakaşlı şöyle yazıyor: “Utanç, vicdan kapısının anahtarı. Eğer onu çevirip de vicdanın kilidini açmıyorsan, insan havsalasının almayacağı karanlıkları yaratmaktan da çekinmezsin.”

Mesele, o kilidi açmak. Vicdanı serbest bırakmak. İşte o zaman, bu yazının başlığındaki sözcüklerin geçtiği türküyü, Haynirina’yı dinlerken halay çekebilecek, başımızı kaldırıp yıldızlara bakabileceğiz.

 

Not: Konuyla ilgili kaynakları bulma konusunda destek veren Irmak Zileli ve Can Dündar’a, Ermeniceden çeviriyi yapan kadim dostum Saro Ari Paşalı’ya teşekkürlerimle.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

“’İçimizdeki’ Ermeni”, Haz. Yiğit Bener, Can Yayınları, İstanbul, Nisan 2015.

“Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”, Hüseyin Adıgüzel, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, Ocak 2015.

“Yetersiz Bakiye”,  Karin Karakaşlı, Can Yayınları, İstanbul, Ocak 2015.

“İyi Kötü Ermeni”, Jan Devletoğlu, Doğan Kitap, İstanbul, Ocak 2015.

“Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”, Taner Akçam, İletişim Yayınları, İstanbul, 6. Basım, 2013.

“Ermeni Soykırımı”, Prof. Dr. Verjine Svazlian, Çev. Tigran Ter Voğormiyaciyan, Petros Çavikyan, Belge Yayınları, İstanbul, Kasım 2013.

“Kanunların Ruhu”, Taner Akçam, Ümit Kurt, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012.

“Dünya Hepimize Yeter”, Sarkis Çerkezyan, Haz. Yasemin Gedik, Belge Yayınları, İstanbul, 5. Basım, Ağustos 2012.

“Anneannem”, Fethiye Çetin, Metis Yayınları, İstanbul, 10. Basım, Ocak 2012.

“1915 Yazıları”, Taner Akçam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2. Basım, 2010.

“Türkiye’de Azınlıklar”, Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 6. Basım, 2010.

“Ermeni Dosyası”, Kâmuran Gürün, Remzi Kitabevi, İstanbul, 10. Basım, Temmuz 2010.

“Heredot Tarihi”, Herodotos, Çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 3. Basım 1991.

Remzi Kitap Gazetesi, Nisan 2015

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir