“Shakespeare burada çok tatlı bir şey yapıyor”

Şu anda durum nasıl bilmiyorum ama benim öğrenciliğim sırasında Mütercim-Tercümanlık bölümünün çok zengin bir müfredatı vardı. Etimoloji, çeviri kuramı, göstergebilim, uygulamalı çeviri, ikinci yabancı dil gibi bölüm derslerinin yanı sıra politika, uluslararası hukuk, psikoloji, ekonomi, İngiliz edebiyatı, tarih gibi dersleri de hiç değilse giriş seviyesinde almamız gerekirdi. Tabii ki maksat bu disiplinlere temel düzeyde aşina olmamızı sağlamaktı. Sonuçta çevirmen olacağız ve kimbilir neyle karşılaşacağız.

İngiliz edebiyatına ise biraz daha fazla ağırlık verilirdi; giriş seviyesini biraz (!) geçer, eski İngilizce, orta İngilizce, Beowulf, Pope, Shakespeare, Shelley derken debelenir dururduk. Aslında Shakespeare sevgim üniversiteden çok daha önce başlamıştı çünkü lisede de İngiliz ve Amerikan edebiyatı konusunda epeyce donanımlı yetişmiştik.

Kısacası, o dönemden bu yana orijinal (olduğunu düşündüğümüz) metinler, farklı Shakespeare çevirileri, İngiliz edebiyatı profesörlerinden alınan dersler, Stephen Greenblatt-Mina Urgan-Martin Lings gibi uzmanların kitapları, tiyatro oyunları, Kenneth Branagh ve Ian McKellen uyarlamaları, edX üzerinden Shakespeare külliyatı ya da Shakespeare’de hayaletlerin rolü gibi eğitimler derken Will’ciğimle giderek yakınlaştık.

Şunu tereddütsüz söyleyebilirim: Okuduğum, izlediğim, ders aldığım hiç kimsenin Shakespeare’e Emine Ayhan kadar heyecanla yaklaştığını düşünmüyorum.

Geçen hafta beycağızımla birlikte bu seminere başladık. Hem Shakespeare’in hem de ele aldığımız ilk kitap olan 3. Richard’ın tarihsel zeminiyle başlayıp bol bol siyaset, psikoloji, felsefe ve sosyolojiyle yoğrulan, bir avuç söz oyunuyla da renklenen bir seminer oldu.

Elbette Will’i ve 3. Richard’ı tüm detaylarıyla ele alan, yorumlayan pek çok metin var. Ama adamı ve oyunlarını bu kadar tutkuyla anlatan biri olabilir mi yahu?! Emine Ayhan “Shakespeare burada çok tatlı bir şey yapıyor”, “Burada çok tatlı bir detay var”, “Ne tatlı anlatmış, değil mi?” diye diye Shakespeare’i benim için iyice şekerpare gibi bir şeye dönüştürdü. Beraberinde kötülük kavramı, siyasi iktidar ve maskeleri, gücün deformasyona temayülü, İsa’nın “ilk taşı günahsız olanınız atsın” sözünün inanılmaz kapsayıcı ve aynı zamanda da dışlayıcı bağlamı derken şeker komasına girecek kadar “tatlı” bir akşam oldu.

Şimdi dört gözle Kral Lear’ı bekliyorum. Kederin siyasetine (ya da siyasetin kederine) bakalım biraz da.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir