#YaşasınGraffiti #YaşasınSokak

Zaman, kendi doğrularını yaratır. Bugün bize tuhaf gelen, yarının normali, daha da önemlisi “doğrusu” olabilir. Ya da tam tersi. Eskiden sokak kötüydü, çocukların sokaktan uzak tutulması gerekirdi. En azından anne-babalar böyle söylerdi. Bugün anne-babalar çocuklarıyla birlikte sokaklarda protestolara katılıyor. Bir zamanlar isyan olarak yorumlanan hareketler, bugün hayatın renkleri olarak algılanıp kucaklanıyor.

Yaşadığınız semtin duvarlarına bir bakın. Artık her duvardan bir şiir fışkırıyor. #şiirsokakta diyenlerin kimisi bir Turgut Uyar dizesini sabitleyiveriyor kuaförün yan duvarına, kimisi de otoyol kenarına kendi şiirini yazıyor. Özgürlük talepleri meydanlara sığmıyor; kaldırımlara, caddelere, bahçe duvarlarına taşıyor. Kısacası sokaklar, duvarlar, kaldırımlar her geçen gün daha da “canlanıyor”.

Oysa eskiden birileri duvara bir şeyler çizecek olsa, ya polise yakalanır ya mahalleyi sahiplenen birileri tarafından sertçe uyarılır, muhtemelen kendi ailesi tarafından da “serseri” olarak damgalanırdı. Ya şimdi? Graffiti bir sanat olarak kabul görüp sergilere konu oluyor. Tıpkı 2014 yazında Pera Müzesi’nde olduğu gibi. Bu sergiyle eşzamanlı olarak yine Pera Müzesi tarafından yayımlanan “Duvarların Dili Graffiti/Sokak Sanatı” adlı sergi kataloğunu incelemeden önce graffiti neymiş, bir araştıralım.

“Graffiti” sözcüğünün kökenine baktığımızda pek çok kaynağın bizi İtalyanca “graffito” sözcüğüne yönlendirdiğini görüyoruz. Graffitinin tekili olan bu sözcük, kazıyarak/oyarak yazılmış yazı ya da çizilmiş resim anlamına geliyor. Ama sözcüğün peşinde biraz daha geriye gitmek mümkün. İsim olan “graffito”nun “graffiare”, yani kazımak fiilinden geldiği, bunun da Latince “graphire” fiilinden doğduğu söyleniyor. Bir adım daha geri gidebilir miyiz? Kimi kaynaklara göre asıl kaynak Latince “graphium” (kalem) ya da Yunanca “grapheion” (yazmak). Kısacası, ana kaynak hangi dil olursa olsun, graffiti elbette ki yazmakla ilgili. Peki ama neden yazmak?

“Duvarların Dili Graffiti/Sokak Sanatı” sergisinin küratörü Roxane Ayral, sergi kataloğundaki giriş yazısında şöyle diyor: “Duvar çizim ve yazıları, neredeyse insanlık tarihiyle başlayan bir ifade şekli. Lord Byron’ın Akropol’e ya da Arthur Rimbaud’nun Mısır’daki Luksor Tapınağı’na yaptığı gibi kadim medeniyetlerden miras kalıntılara isim yazarak ‘ben de buradaydım’ mesajlarını sıkça görmek mümkün.” Bu cümlede öncelikle Byron ve Rimbaud’ya işaret parmağımızı sallayarak çatık bir bakış atıyor, böyle bir tavrı kendilerine yakıştıramıyoruz. Sonra da tek kaşımızı hafifçe kaldırıp Ayral’ın cümlesindeki düşüklüğü bu seferlik görmemiş olalım bari diyoruz.

Kimileri graffitinin ya da duvar resimlerinin geçmişini ilkçağ insanlarının mağara resimlerine kadar dayandırıyor ama bu pek adil bir kıyaslama olmasa gerek. Alfabesi, yazısı, yazı aracı olmayan insan toplulukları, kendilerini anlatmak ve bir iz bırakmak için mağara resimleri yapmak zorundaydı. Ama kağıt, kalem, defter, tual, boya varken yine de duvarlara mesaj bırakmaya çalışmamızın bir başka anlamı olmalı. Belki de bir “var olma”, daha doğrusu “var olduğunu gösterme”, dikkat çekme çabası bu.

Peki nereden çıktı bu graffiti? Graffiti, yani duvar yazıları 1960’larda ABD’de, özellikle de New York ve Philadelphia’da doğar. Gazeteci/yazar Stéphanie Lemoine’ın ifadesiyle, “alçakgönüllü ve popüler bir sanat”tır graffiti. “1960’lı yılların sonunda, hem insan hakları hareketinin, hem de çağdaş bireyciliğin ortaya çıkışının etkisi altındaki bir bağlamda, Brassaï’nin ‘adlarını sonraki kuşaklara bırakmak için ne piramit, ne katedral kurabilen kişilerin hayatta kalma içgüdüsü’ olarak gördüğü bu binyıllık hareket, şaşırtıcı biçimde yenilenir.”

Duvarlara yazılan yazılar zaman içinde kendi başlarına birer tasarıma dönüşür. 1970’lerde break dance ile birlikte graffiti de ilk altın çağını yaşamaya başlar. Önceleri kısıtlı malzemelerle yaratılan duvar yazıları, kendi terminolojisini de üretir. Örneğin, graffiticilerin taslak defterlerine “black book” denir. “Wild style” birbirinin içine geçmiş harflerden oluşan tarzın adıdır. Hatta zaman zaman bu harfler öylesine girifttir ki ancak işi bilenler okuyabilir. “Bubble style” ise çoğumuzun bildiği ve çok sevdiği, balon gibi tombul harflerin kullanıldığı graffiti tarzıdır. Liste böylece uzayıp gider. Ve ardından, graffitinin bugün de birlikte anıldığı hip hop devreye girer. Kalıcı olup zamanla statükoya ya da dogmaya dönüşenin değil, geçici ama etkili olanın peşine düşer graffiticiler ve hip hopçular.

Bu arada Türkiye’de de 1980’lerin ortalarından itibaren gençler arasında graffiti, özellikle yabancı filmler ve müziklerin de etkisiyle ilgi görmeye başlar. Zamanla graffiticilerin sayıları artar ama büyük şehirler her zaman için daha sıkıntılıdır. Polis kontrolleri, gece kaçışları, yasaklar. Üstelik kalabalık şehirlerin telaşı içinde, insanların durup bir duvar yazısına ya da resmine bakmaya zamanı yoktur!

Ülkemizde graffiti deyince akla ilk gelen isimlerden Tunç “Turbo” Dindaş büyük şehirlerden ziyade küçük kentlerde graffitinin değerinin daha iyi bilindiğine inanıyor. 2004’te yaşadığı bir olay da bu inancını pekiştiriyor. 2003 yılında Muğla’da yaptığı bir graffitinin üzerine yenisini yapmak için gittiğinde, ilk iş olarak eski graffitisinin üstünü kapatmaya başlıyor. Bu sırada yerel halktan biri onu durdurup ne yaptığını soruyor. Aslında bir anlamda o duvarı, yaratıcısından korumaya çalışıyor! Turbo, yeni bir graffiti yapmak üzere eskisini silmeye çalıştığını anlatınca karşısındaki kişi ikna oluyor. Karşılıklı çay, kahve içip sohbet ediyorlar. Tunç “Turbo” Dindaş yaşadığı bu olayla, graffitinin temelindeki “kendini ifade etme” amacının ötesinde, “insanların hayatına bir katkı sağladığını” da görüyor.

Türkiye’de ve dünyada graffiti sokağın sesi olmayı sürdürürken, yeni dünya düzeninin pazarlama anlayışından beslenen yeni bir süreç başlar. Stéphanie Lemoine, bu süreci şöyle anlatıyor: “Temelinde eşitsizlik yatmaktadır ve ‘erkekçe’ bir uygulama olan graffiti gerek riske girmeyi, gerekse yiğitlik anlayışını değerli kılar. Bununla birlikte, kent sanatçılarına bir sürü ceza verilmekte, bu cezalar yapıtların silinmesinden hapse kadar uzanmaktadır. Fakat akımın popülerliği aynı zamanda onun zayıf noktası olacaktır: Coca-Cola’dan Nike’a, ana hedef kitlesi gençler olan büyük markalar, graffitiden ve street art’tan yarar sağlanabileceğini çok geçmeden anlar. Onların estetiğini ve değerlerini büyük ölçüde kendilerine mal edip, reklama yönelik kullanırlar – çoğunlukla da pazarın çekiciliğine karşı koymakta epey güçlük çeken sanatçılarla işbirliği yaparak.”

İşte bu kısım biraz sıkıntılı. Kimileri bu süreci graffitinin “kabul edilebilirliğini” ya da benimsenmesini kolaylaştıran, ayrıca sokak sanatçılarının geçim kaynağına kavuşmasını sağlayan, olumlu bir aşama olarak görüyor. Dahası, bu tür teşviklerin daha iyi yaratımlara zemin hazırladığına inanılıyor. Ama dünyaca ünlü graffitici C215’in görüşünü destekleyenler de var: “Profesyonel olmak pazarlamaya yönelmeyi gerektirir, pazarlama da hareketi daha çok kişiye ulaştırabilmek için uzlaşmacı bir otosansürü doğurur. … Banksy gibi birçokları viral pazarlama ustasına dönüşmüştür. Yeni bir Eldorado. Graffitide yalnızca benzerlerin onayı aranırken, sokak sanatı olabildiğince çok izleyiciyi kendine çekmek ister.”

Yeri gelmişken, “sokak sanatı” kavramını da ele alalım. Graffiti şehrin sokaklarına, metrolarına, otobüs duraklarına, duvarlarına yayılan bireysel bir başkaldırıdır. Yapanın bir çığlığıdır. Beğenilme peşinde değildir. Sadece kendini ifade etmek gibi bir derdi vardır. Bugün yazılanın hemen yarın silinmesi riskini göze alır. Kimi graffiticilerin de dediği gib, “üzerinde kendi isminin yazılı olduğu bir trenin geçişini izleme” keyfi her şeye değer. O yazıyı yazanın kim olduğunu sadece yazan bilir. Kitlelerce tanınması gerekmez. Özellikle 2000’li yıllarda ivme kazanan sokak sanatı ise bireysel değil, toplumcudur. Mesaj verir. Anlaşılmak ister. “Sanat” şapkası altında değerlendirilir. Beğenilmek için yapılır. Sipariş alır. İşte bu yüzden de C215 gibi graffiticilerin “sokak sanatı” kavramından pek de haz ettikleri söylenemez: “Graffiti hoşa gitmemeyi amaçlarken, yetişmekte olan sokak sanatçıları olabildiğince çok kişinin hoşuna gitmeyi amaçlar. Graffiti sahnesinin sanatçıları maskeli ilerlerken, yeni sahnede yüzler açıktır, aranan şey popülerlik ve görünürlüktür. … Çünkü aldanmayalım, sokak sanatı graffitinin zayıf bir kopyasıdır, amaçlarından biri graffitinin ticarileştirilmesidir, aynı zamanda kamusal alanda sanattan ortaklaşa tat alma arayışıdır. Sokak sanatı hak aramaz, hazcıdır.”

Her konuda olduğu gibi, burada da madalyonun bir başka yüzü var. Sokak sanatının alıcıları, yani koleksiyonerler, galeri sahipleri, koleksiyoner danışmanları. Onlar da haliyle, eskiden “yeraltı” olarak tanımlanan bir akımın bugün galerilere konuk olmasından, piyasada alıcı bulmasından son derece memnunlar. C215’in aksine, sokak sanatının bir gerilemeyi ya da yozlaşmayı değil, sanatçı özgürlüğünü getirdiğini öne sürüyorlar. Örneğin, koleksiyoner danışmanı Robin Soulier, sokak sanatının gördüğü talebi şöyle savunuyor: “Koleksiyon yapmak, izleyici rolünden ‘Aktör’ rolüne geçmektir! Sokağın gelip geçici oluşuyla savaşmak, izlerini korumak için satın almak demektir. Bu, sokak sanatçılarının çalışmalarının başka yüzeylere, başka zeminlere geçişinin anlaşılmasını, onların yerinde görülmesini sağlar. Ama aynı zamanda onları yeraltından, adsızlıktan uzaklaştırır, bir dönemi ve bir uygulamayı açığa çıkarır, sanatçıya düşüncelerini, tekniğini olgunlaştırması ve güvenlik görevlilerinin engellemesi ya da adli kovuşturma kaygısı olmaksızın kendini ifade edebilmesi için zaman verir.”

Bu tartışma daha uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor. Kimi graffiticiler ya da sokak sanatçıları herhangi bir kurumun ya da koleksiyonerin desteği, siparişi, parası olmadan, gönüllerince yazıp çizmeye devam edecekler. Kimileri de karşılarına çıkan beğenilme, takdir görme, yeni çalışmalar için kaynak sağlama gibi fırsatları değerlendirecekler. Birini diğerine üstün tutmak mümkün mü, emin değilim. Graffiti/sokak sanatı çerçevesindeki bu tartışma sürerken, diğer yandan da yeni teknikler, yeni boyalar, benzersiz tablolar, üç boyutlu tasarımlarla sokaklar değişmeyi sürdürecekler. Kimi ülkelerde ve kentlerde bu çalışmalar uzun zaman yerini korurken, kimilerinde biri silinecek, aynı gece bir başka çizim ya da resim yapılacak. Kim bilir bu yapboz daha ne kadar süre devam edecek. En başta da dediğimiz gibi, zaman kendi doğrularını yaratmayı sürdürecek.

Ama kesin olan tek bir şey var: Sokaklar, binalar, caddeler çoğunlukla cansız, ruhsuz. Oysa yürürken içimizi ısıtacak, bizi griden uzaklaştıracak renklere, sözcüklere, dizelere ihtiyacımız var. Hem de her zamankinden fazla.

Kapanışı, Ankara doğumlu bir sokak sanatçısı (günlük yaşamında ise bir beyaz yakalı) olan No More Lies’ın bir anısıyla yapalım: “Ertesi gün seyahate gidecektim ve beklemeye tahammülüm olmadığı için feci yağmurlu bir gecede pengueni yapmaya çıktık. Bir polis noktasının karşısını belirlemiştik. Polise gidip yapacağım resmi anlattım. Ne yapacağına karar veremedi. Daha öncesinde polislerin beni yakaladığını söyledim. Bu polis de referans olarak onların tepkisini sordu bana. ‘Ben de bir şey yapacaksın sandım, bari bütün alt geçidi boyasaydın da bir şeye benzeseydi’ dediğini anlatınca izin verdi. Çalışırken de pardösülü ve kulaklıklı bir sivil yaklaştı, yaptıklarımıza bakıp yakasındaki mikrofona kafasını eğdi ve ‘bir şey yok penguen yapıyorlar’ dedi. Bir ay sonra Gezi Parkı olayları oldu ve bu eylemin sembolü olan penguen, polislerin en sevmediği hayvana dönüştü.”

Yaşasın sokaklar!

Remzi Kitap Gazetesi, Şubat 2015

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir