Yolculuğa hazır mısınız?

İnsan bazen okuduğu kitabı sevip sevmediğini bilemez. Bana kalırsa bu durum kitabın iyiliği/kötülüğünden değil, tamamen okurun ruh halinden kaynaklanır. Bu aralar bende de olduğu gibi… İçimdeki en kuvvetli istek, kimsenin beni tanımadığı bir yere yolculuk etmekken ve bunu yapmam olanaksızken okudum “Gelişin Bilmecesi”ni. Sevdim mi bilmiyorum. Naipaul’la tanışmak için doğru bir kitap mıydı? Onu da bilmiyorum. Ama kitap eleştirisi böyle yapılmaz, değil mi? Haklısınız. Baştan başlayalım.

V.S. Naipaul’un yaşam öyküsü ilginç. İngiltere’nin en büyük sömürgelerinden Hindistan kökenli, bir başka sömürge olan Trinidad doğumlu, İngiliz Krallığı’ndan Sir unvanı almış, Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazar Naipaul. Çok başarılı bir öğrenci olarak Oxford’dan burs kazanmış ve on sekiz yaşında Trinidad’dan İngiltere’ye gitmiş. Kendi ifadesiyle, ünlü bir yazar olmak, hayatını yazarak kazanmak en büyük hayaliymiş. Ve bu hayalini gerçekleştirmiş.

Naipaul’un 1987 tarihli “Gelişin Bilmecesi” adlı kitabı Can Yayınları tarafından Eylül 2013’te yayımlandı. Kimilerinin otobiyografik bir roman olarak tanımladığı “Gelişin Bilmecesi” (bu noktada Irmak Zileli’nin kulaklarını da çınlatıp her romanın otobiyografik olduğu/olabileceği görüşüne katıldığımı belirteyim), ismini Georgio de Chirico’nun aynı adlı tablosundan alıyormuş (The Enigma of Arrival). Bunu öğrenince, okumaya bir ön hazırlık yapıp tabloya bakmak istedim. Tabloda, bir kıyı kentinin limanı görülüyor. Kenti çevreleyen duvarın ardında bir yelkenli gemi duruyor. Kentin içinde ise biri gemiye doğru gitmekte olan, diğeri ise tam ters yöne ilerleyen iki kişi var. Gelişler ve gidişler… Yolculuklar… Nereye? Kime?

Belki de beni bir “iç yolculuk” bekliyordu. Farklı zamanlardan ve mekanlardan geçip öze doğru uzanan bir yolculuk olmalıydı. Bu düşüncelerle okumaya başladım “Gelişin Bilmecesi”ni.

Naipaul, 1970’te Wiltshire’da bir arkadaşına ait köy evinde yaşamaya başlıyor. On bir yıl kaldığı bu köyde uzun yürüyüşlere çıkıyor. Bu yürüyüşlerde gördüklerini, duyduklarını, öğrendiklerini belleğinde biriktirip yıllar sonra kaleme alıyor. Bunu da şöyle açıklıyor: “Yaşadığım yer hakkında hiç yazmamıştım. Onun sırası daha sonra gelecekti. Daha önce de olmuştu: Bir tecrübe kırıntısı, ben onu yazmaya başlamadan evvel tamamlanmıştı.”

Yaşamla eşzamanlı değil, yaşayıp sindirdikten sonra yazan bir romancı Naipaul. Buna karşın belleğinin ve belki de onun eksik kaldığı yerlerde devreye giren hayal gücünün detaycılığına şaşmamak mümkün değil. Bir patika, bir yabangülü, bir çit… Çevresindeki her ayrıntı, yazarı bulunduğu toprağa bağlıyor, zaman zaman da oradan uzaklaştırıyor. Kitap boyunca sanki Wiltshire sil baştan oluşuyor.

Detaylı anlatımlar çoğu zaman uzun cümleleri de beraberinde getirir. Dolayısıyla “Gelişin Bilmecesi” kolay bir okuma vaat etmiyor. Özellikle ilk bölüm (yaklaşık 125 sayfa), okurun romana alışmak için biraz çaba göstermesini gerektiriyor. Elbette burada çeviri de devreye giriyor. Tıpkı okur gibi, çevirmen Suat Ertüzün’ün de romana alışmasının biraz zaman aldığını görüyoruz. İlk bölümde bazı aksaklıklar, belki fazlasıyla “sadık” olduğu için Türkçede sırıtan cümleler var. Ama sonrasında hem okur hem de çevirmen rahatlıyor. Cümleler deyim yerindeyse yağ gibi akıp gidiyor, sözcük seçimleri okumayı daha da keyifli hale getiriyor. Buna bir de köy ahalisinden Jack’in hayatında simgeleşen yaşam-rutin-ölüm döngüsü eklenince “Gelişin Bilmecesi” okuru sarıveriyor.

Yine de çeviriye “alışma” halini bir örnekle açıklamaya çalışayım. 20. sayfadaki bir cümleyle epey uğraştım: “İçinden çayın geçtiği vadideki eve yerleştiğimde kış olduğunu söylüyorsam bunun sebebi o sıralardaki sisi, çevreyi benden gizleyen ve İngiltere’de defalarca yer değiştirdiğim yetmiyormuş gibi yine yeni bir yere taşınmamla ve çalışmalarımla ilgili kaygılarımı tamamlarcasına dört gün süren yağmur ve sisi hatırlamamdır.” Cümleyi ilk okuduğumda, Naipaul’un okura bir oyun ettiğini düşündüm. Kaçırdığım bir nokta olduğuna inanarak tekrar tekrar okudum. Oysa anlaşılan Naipaul okura değil, çevirmene oyun etmişti.

İlk bölüm “atlatıldıktan” sonra, zamanda geriye doğru sıçrayıp yazarın Trinidad’dan İngiltere’ye uzanan yolculuğuna, yani on sekiz yaşına dönüyoruz. Yazar olmaya kararlı, kendinde bu yeteneği bulan ve başlayacağı noktayı arayan bir genç var karşımızda. Üstelik fiziksel özellikleriyle “Doğulu” bir genç bu. Batı uygarlığını hevesle bekleyen, benimsemeye hazır bir genç. Aslında bu, Naipaul’un en çok eleştiri aldığı konulardan biri. Kimileri onun oryantalizmi en olumsuz anlamıyla ele aldığını, Doğu’yu aşağılayıp Batı medeniyetini fazlasıyla yücelttiğini, İngiliz sömürgeciliğini desteklediğini söylüyor. Hatta kendi köklerinden utandığını bile iddia ediyor. Yazarın Batı yanlısı bir tavrı benimsediği, özellikle İngiltere’nin öyle ya da böyle bir parçası olmaktan gurur duyduğu çok açık. Ama sivri dilli ifadeler kullanmanın pek doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum. Yazarlar da insandır ve bütün insanları içinde bulundukları ortam şekillendirir. Trinidad’da yaşayan bir Hintli olmadığımız sürece Naipaul’un bu konudaki yaklaşımını anlamamız zor.

Hepsi bir yana, “Gelişin Bilmecesi” tamamen bir dünyanın kurulup yıkılması ve sonra yeniden kurulması üstüne aslında. Kitap, ölümle yaşamın iç içe geçişini coşkulu bir yaşam deneyimine dönüştürüyor. Kısacası “Gelişin Bilmecesi” bir yolculuktan beklediğiniz pek çok şeyi vaat ediyor: gözlem, detay, anılar, hedefe varış ve değişmiş olarak geri dönüş. Hazır mısınız?

Remzi Kitap Gazetesi, Kasım 2013

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir