Bir süredir kitaplığımda duran iki kitaba gitti elim geçenlerde. İki Kafka çevirisi… Ama beni özellikle “Akbaba” adlı öykü ilgilendiriyor. Çok kısa ve son derece çarpıcı bir öykü bu. İlk önce Dost Kitabevi Yayınları’nın (DK) Borges imzalı “Babil Kitaplığı” dizisinde, Kâmuran Şipal çevirisiyle okudum “Akbaba”yı (2. Baskı, Şubat 2005, Ankara). Şûle Yayınları’nın (ŞY) Kafka öykülerinden oluşan “Bir Kardeş Cinayeti” adlı kitabında da “Akbaba”, Naime Erkovan çevirisiyle sunuluyor okura (Şubat 2010, İstanbul). (Bu arada Almanca bilmediğimi, çeviriyi Türkçesi üzerinden, yani okur bakışıyla değerlendirdiğimi de belirteyim.)
İlk cümle: “Bir akbaba vardı, ayaklarımı gagalıyordu.”(DK) / “Bir akbabaydı, ayaklarımı gagalıyordu.”(ŞY) Arada çok da fark yok gibi mi görünüyor? Pek öyle değil. DK çevirisinde okur öykünün kahramanıyla (ve anlatıcıyla) doğrudan ve somut bir biçimde tanıştırılıyor. ŞY çevirisinde ise sanki “O neydi?” sorusu sorulmuş gibi, bir yanıt havasında “Bir akbabaydı” diye öyküye giriliyor. Üstelik sözü edilen gerçek bir akbaba mı, yoksa bir metafor mu, anlaşılmıyor.
Devam edelim: Bu akbaba, anlatıcının çizmelerini ve çoraplarını gagalayarak delik deşik etmiş ve sıra ayaklarına gelmiş. Anlatıcı acı içinde kıvranıyor. Bu sırada bir “Bay” (DK) ya da “beyefendi” (ŞY) karşı kaldırımda durup olanları izliyor. Neden “Bay”? Cümle içinde de büyük harfle yazılmış olması, Kâmuran Şipal’in bu sözcüğü bilerek seçtiğini düşündürüyor. Oysa pek kullandığımız bir ifade değildir bu. “Bir adam/bey/beyefendi” deriz ama “bir bay” demeyiz. Soru işareti.
Bu izleyici bir süre sonra anlatıcıya, neden akbabaya karşı hiçbir şey yapmadığını soruyor. Anlatıcı çaresiz. Akbabanın çok güçlü olduğunu, onu kovmayı başaramadığını söylüyor. Kaçışı olmadığını anlayınca, suratındansa ayaklarını feda etmeyi uygun bulduğunu açıklıyor. İzleyici bu açıklama karşısında şu yanıtı veriyor: “’Vallahi bilmem ki neden bunca işkenceye katlanıyorsunuz?’ dedi Bay. ‘Bir kurşun akbabanın işini görür hemen.’” (DK) / “’Kendinize bu kadar işkence ettirmeniz…’, dedi beyefendi, ‘Bir kurşun ve akbabanın işi biter.’” (ŞY) Anlatıcının kendisine bu kadar işkence ettirmesi komik mi, aptalca mı, anlamsız mı, korkunç mu? ŞY çevirisindeki üç noktanın anlatması beklenen duygu biraz daha ipucu istiyor. DK çevirisinde ise izleyicinin şaşkınlık ve acımayla karşılık bir duygu içinde olduğu izlenimi var.
Devam… Anlatıcı soruyor: “’Peki bunu siz yapar mısınız?’” (DK) / “’Bunu tedarik eder misiniz?’” (ŞY) Söz konusu olan şey bir silah. DK çevirisine göre izleyici silahla akbabayı vuracak. ŞY çevirisine göre ise silahı bulup getirecek ama hayvanı kim vuracak, belli değil.
Sonra izleyici silahı getirmek için bir koşu evine gidiyor. Akbaba ise başına gelecekleri anlamış; hemen son darbeyi vurmaya karar veriyor ve anlatıcının ağzından içeri dalıyor. Ve final: “Ben sırtüstü yıkılırken, onun tüm çukurları dolduran, tüm kıyılardan taşan kanımın içinde kurtuluşsuz boğulup gittiğini görerek rahatladım.” (DK) / “Kurtularak yere düşerken, bütün derinliğimi dolduran, tüm kıyılardan taşan kanımla onun çaresizce boğulduğunu gördüm.” (ŞY) Bu cümle, öykünün sonu. Okuru derinden sarsması beklenen, sonradan anımsanması istenen, son darbeyi vuran kısım. DK çevirisinde görüyoruz ki anlatıcı, akbabanın kurbanı olurken, onu da “kurtuluşsuz” kurban ederek “rahatlıyor”. Bir intikam duygusu… ŞY çevirisinde ise anlatıcı bir şeyden kurtuluyor, ama ne olduğu anlaşılmıyor; sonra akbaba anlatıcının kanında “çaresiz” boğuluyor, hani neredeyse mağdur.
Yazında duyguları aktarmak için elimizde sadece sözcükler var. Ve o sözcükleri hafife almaya hakkımız yok. Ne çevirirken ne de okurken…
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Haziran 2011