Ruhum cenderede sanki. Neyi, nasıl yazacağımı bilmiyorum. Pencereden bakıyorum, saat gece 1. İstanbul kar altında. Çatıların beyazı gökyüzünü aydınlatıyor. Feyruz dinleyeyim diyorum (hiç dinlemem aslında). Benimki sadece umut. Kemal Burkay’ın “belki şehre bir film gelir” demesi gibi bir şey. İşe yaramıyor. Aksine sinirlerimi bozuyor, hemen kapatıyorum.
Neden bu kadar bunaldığımdan da emin değilim. Yoksa bütün kabahat Vergilius’ta mı? “Omnia vincit amor; et nos cedamus amori,” demiş Vergilius. Yani “Aşka karşı koyma, o her şeyi fetheder.” Az önce bitirdiğim kitap, işte bu cümleyle başlıyordu. Evet, sanırım sıkıntım bu. Fethetme ya da fethedilme korkusu değil; fetih sarhoşluğunun geçici olduğunu bilmek. Kısacası, romantik filmler gibi, romantik kitapları da daha en başından hayal ürünü saymak.
Ama bu kitap gerçek. Yani bu aşk mektupları gerçekten yazıldı kimi zaman mavi-siyah, kimi zaman yeşil mürekkeple. Bir postacı taşıdı bu mektupları. Bir kadının elleri bu mektupları bazen heyecanla bazen yılgınlıkla açtı. Üstelik kendisinden önce cezaevi görevlilerinin de açıp o satırları okuduğunu bilerek. İşte denge burada şaşıyor. Hayal değil. Fakat gerçekliği, sonunu en baştan belli ediyor. Bu yüzden de Vergilius canımı yakıyor. Fetih sarhoşluğu geçecek, biliyorum.
Üç paragraftır bir kitaptan bahsediyorum ama henüz ismini bile yazmadım, farkındayım. Sıkıntımla barışmaya çalışıyorum, mazur görün. “Kai’ye Mektuplar”, Dr. Cüneyt Kafkas’ın ağır işkence sonrası kendisini tedavi eden doktoruna cezaevinden yazdığı mektuplardan oluşuyor. Doğan Kitap tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlanan kitapta sadece Kafkas’ın mektupları var, Dr. Kai’nin bu mektuplara yazdığı cevapları bilmiyoruz. Zaten kadın kahramanımızın gerçek ismi de Kai değil elbette. Çünkü bu aşkın üzerinden zaman geçti, saklanması/korunması gereken hayatlar var. Herkesin bir hayatı var. Cüneyt Kafkas’ınki kadar “hareketli” olmasa da…
Bir devrimci olarak Filistin’le dayanışmak için gittiği Lübnan’da yaşadıklarını daha önce “Filistin Günlüğü” adlı kitapta anlatmıştı Cüneyt Kafkas. Şimdi ise kendi ülkesinde gördüğü işkencenin tuhaf bir şekilde vesile olduğu bir aşkı anlatıyor. Çok ağır işkencelerden sonra tedavi için hastaneye götürülüyor Kafkas ve burada, kendisiyle ilgilenen Dr. Kai’yi görür görmez içinde bir şeyler oluyor. Tekrar cezaevine döndüğünde meslektaşı Kai’ye bir teşekkür mektubu yazıyor. Zamanla yazışmalar sıklaşıyor, alevleniyor, kabına sığamıyor. Yine de Haşim Akman’ın kitabın önsözünde yazdığı gibi: “Ancak onu yalnızca sevgiliye yazılan aşk mektupları olarak görmemekte fayda var. Kafkas’ın mektupları bize aynı zamanda toplumsal dönüşümün baş döndürücü bir hal aldığı, 80’li 90’lı yılların paha biçilmez bir tanıklığını sunuyor.”
Kitabın ilk bölümünde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden yazılmış mektuplar yer alıyor. Önceleri içten ama mesafeli birkaç mektup yazmış Cüneyt Kafkas. Kısa süre sonra içini dökmeye başlamış: “Coşkumu bilimsellik adına hep frenlemeye çabaladım bu yüzden; yıllarca… Ağır ağır kırlaşan saçlarımın kurşuni yorgunluğu, yavaşça gözbebeklerime yerleşiyor, bir yönüyle beni olgunlaştırırken bir yönüyle de sınırlardan ortalara bir yerlere çekiyordu. Âşık bile olamıyordum mesela… Ama artık böyle düşünmüyor, böyle davranmıyorum. O günler geçti. Şimdi paylaşmak istiyorum: yaşadıklarımı, bilgimi, tecrübemi, en önemlisi coşkumu… Yılların benden aldıklarını… Verdiklerini…” (s. 28-29)
Doğrusu bu çok yerinde bir tanımlama. Kitabın özellikle birinci bölümünde müthiş bir coşku var. Ama bu sadece aşka dair bir coşku değil. Shakespeare’den ya da Kuğu Gölü’nden bahsederken, okuduğu bir kitabı anlatırken, Mozart ile Beethoven’ı karşılaştırırken, Lübnan anılarına dönerken, hatta eski evliliğinin muhasebesini yaparken bile coşkulu Cüneyt Kafkas. Ve her ne anlatırsa anlatsın, mektupların başında, sonunda, ortasında hep Kai var. Kavuşma telaşı, kaybetme korkusu, onun(la) olma tutkusu…
Sonra sıra özeleştirilere geliyor. Kaprislerini, kıskançlıklarını, dünya görüşünü, düzen sevmezliğini yazıyor. Bazılarını sevimli bir inatla savunuyor sanki, bazılarının ise yanlış olduğunu kendi ağzıyla söylüyor. Bu mektuplar, oturup saatlerce göz göze, el ele konuşma, paylaşma imkanı olmayan bir kadın ve bir erkeğin sohbet masası oluveriyor. Farklı şehirlerden gelip farklı zamanlarda o masaya oturuyorlar. Mektuplar da olmasa halleri harap… Bir de duruşmalar: “13 Eylül’de, Merkez Adliye’de duruşmam var. 6. Ağır Ceza’da… ‘Sahte kimlik, sahte pasaport vb’ için. Sabah gidip, çoğunlukla 11-12 arasında çıkıyorum duruşmaya. Vaktin olursa gel istersen. Salon küçük, birbirimize yakın oluruz.” (s. 110)
Zaman geçtikçe mektuplar daha karamsar oluyor. Ama aynı zamanda da daha yoğun, daha derin, daha düşünceli. “Nesne ve gerçek… Bunlar farklı şeyler… Çakmağım…Bir nesne! Oysa…çakmak nesnesi bende; beynimde, kanımda, etimde ‘ben’ faktörü ile yükleniyor: Canlanıyor… Anlam kazanıyor… Gerçek oluyor… ‘Var’ oluyor. Nesne ölü, gerçek canlı ve değişken!” (s. 116) Cüneyt Kafkas, kendi ifadesiyle Kai’ye “yokluk sunuyor aslında; süslü edebi cümlelerin arkasına sığınıp…” (s. 122). Ama sunduğunu söylediği bu yokluk, “Ben buradayım!” diye bas bas bağırıyor.
Araya suskunluklar giriyor. Kuşkular. Korkular. Kaybetmenin eşiğine gelindiği hissi. Pes etmeye yatkınlık mı var sanki kimi sözcüklerde? Hayır, yanılıyorum. Belki Kai pes edecek gibi yazıyor da onu cesaretlendiriyor Kafkas. Kaybetme korkusuyla alevler yeniden coşuyor. Ve hemen ardından Amasya E Tipi Cezaevi. Mektuplar aşktan değilse de Kai’den giderek uzaklaşıyor. Romanlar, haberler, makaleler, şiirler, resimler var. Ama Kai eskisi kadar yok bu mektuplarda. Elbette her şey yine ona yazılıyor ama sanki o olduğu için değil. Sırf yalnızlıktan yazılmış gibi.
Mart 1989’da başlayan mektuplaşma Ağustos 1991’de, Cüneyt Kafkas’ın tahliyesiyle bitiyor. Artık Kai’nin ellerini tutmasına, parmak uçlarını öpmesine kimse engel olamaz. “Gerçeklik” hariç…
Yayıncıya not: Akademik olmayan kitaplarda bu kadar çok dipnot kullanılması okuyucuyu fazlasıyla yoruyor.
Remzi Kitap Gazetesi, Mart 2015