İnsanın okuma alışkanlıkları zamanla değişebiliyor. Mesela ben 14-15 yaşlarımdayken okuduğum kitaplarda beğendiğim cümlelerin ya da dizelerin altını çizerdim. 19-20 yaşlarındayken kitaba yüklediğim “abartılı kutsallık” nedeniyle bu alışkanlığımdan vazgeçtim. 30’lu yaşlarımda ise çok sevdiğim bir arkadaşımın kitaplarında kimi satırların altını çizmekle kalmayıp sayfa kenarlarına notlar aldığını, bu şekilde hem öğrendiklerini pekiştirdiğini hem de sonradan aradığı cümleleri kolayca bulduğunu fark ettim. Saklayacak değilim, düpedüz özendim bu sisteme ve yeniden çizmeye, yazmaya başladım kitapların üzerine. Bu şekilde içimin çok daha rahat ettiğini gördüm. Sanki notlar alınca, okuduklarım daha çok “benim” oluyor. Belki Aziz Nesin de benzer şeyler hissediyordu bu konuda. Belki bir arşivleme ve düzen ustasıydı. Belki “söz uçar, yazı kalır” düşüncesine yürekten bağlıydı. Sebebi her ne olursa olsun, oğlu Ali Nesin’in “Okuma Güncesi” adlı kitabın önsözünde de belirttiği gibi, “Aziz Nesin hiçbir şeyin kaybolmasını, yok olmasını istemezdi.” (“Okuma Güncesi”, Aziz Nesin, Nesin Yayınevi, İstanbul, Eylül 2014, s. 2)
“Okuma Güncesi”, Türkiye’nin en üretken yazarlarından Aziz Nesin’in yıllar boyu okuduğu kitaplardan yüzlercesi hakkında yazdığı yazıların bir derlemesi. Yanlış anlaşılmasın, basılmış eleştirilerden söz etmiyorum. Nesin, okuduğu kitaplar hakkında ayrı ayrı incelemeler yazmış ve bunları dosyalayıp saklamış. Ali Nesin de bu yazılar “ziyan olmasın” diye düşünerek, sözü edilen yazıları “Okuma Güncesi”nde topluca sunmuş bizlere.
Önce yüzeysel bakalım kitaba isterseniz. Gustave Flaubert’den Hüseyin Avni Dede’ye, Ataol Behramoğlu’ndan D.H. Lawrence’a, Çetin Altan’dan Zeynep Oral’a kadar onlarca yazarın/şairin kitapları var listede. Yani Aziz Nesin, çok okumakla kalmamış, neredeyse her şeyi ve herkesi okumuş. Şiirden romana, incelemeden anı kitaplarına kadar pek çok farklı türün örnekleri veriliyor “Okuma Güncesi”nde. Kitapta zaman zaman bundan biraz şikayet de ediyor Nesin. Okuyup eleştirmesi için dosyalarını gönderen yazarların/şairlerin ve yazar/şair adaylarının sayısı epeyce bunaltmış ustayı, zamansızlıktan yakınıyor. Yine de olabildiğince okumuş, yanıtlamış, yönlendirmiş.
“Böylesine çok okuyan biri verimli bir okur mudur?” diye de sorabiliriz. Elbette. Çünkü okumak, sayısal ifadelerle ölçümlenebilecek bir eylem değil. Okuduğumuzdan geride kalanlarla ilgili bir eylem olması daha muhtemel bana kalırsa. Bir kitabı bitirdikten sonra, “Bunu neden okudum ki? Okumasam da olurmuş”, demek bile, okumanın hakkını vermek aslında. Aziz Nesin de okuduklarının hakkını veriyor.
Ali Nesin, bu yazıların eleştiri olmadığını, sadece bir okurun düşünceleri olduğunu ısrarla belirtiyor kitabın önsözünde. Haklı da. Çünkü bunlar çeşitli mecralarda yayımlanmak üzere yazılmış eleştiriler olsaydı, herhalde birçoğu çöpe atılırdı. Özellikle de günümüzde. Neden mi? Çünkü Aziz Nesin’in okuduğu kitaplar hakkındaki bütün yazıları son derece dürüstçe yazılmış. Yeri gelmiş, arkadaşları, hatta dostları bile kurtulamamış dilinin giyotininden. Örneğin, Friedrich Dürrenmatt’ın “Yargıç ve Celladı” adlı romanı hakkında şöyle demiş Nesin: “Niçin, ne anlatmak için yazmış Dürrenmatt bu polisiye romanı? Bu adamlar böyle yapıtlarla nasıl ünlü olabilmişler! Çevirmeni Zehra İpşiroğlu’nu görünce bu romanı çevirme zahmetine niçin gerek duyduğunu soracağım.” (s. 36)
Aziz Nesin bu dürüstlüğü cesaretle de güçlendiriyor. Cesaret önemli. Mesela Márquez gibi dünyaca ünlü bir yazar hakkında şöyle diyebilmek için cesaret şart: “Düşsel, masalsı bir hava içinde birtakım ve çoğu belli olağanüstülüklerle okurun başını döndürüp, gözünü boyayıp, sanki çok şey anlatıyormuş gibi hiçbişey anlatmamak. O denli herşeyi anlatıyormuş gibi hiçbişey anlatmamak ki, kimi solcular onu solcu, kimi sağcılar da sağcı sanıyorlarmış.” (s. 121)
“Dünyanın bilmem neresindeki yazar için Türkiye’den böyle atıp tutmak kolay,” diye düşünenler olabilir. Hemen açıklayalım: Aziz Nesin Türkiye’den yazarların/şairlerin kitaplarını da inceliyor. Örneğin Adnan Özer için umutlu sözler söylüyor; Cahit Sıtkı’nın çok az sayıda güzel şiir ürettiğini yazıyor; Turgut Uyar’ı hiç anlamadığını belirtiyor. Hatta diyor ki: “Okuduğum şiir bana bişey söylesin. Şiirin söylediği şey, şairinin söylemek istediği olmayabilir. Olursa daha iyi, olmazsa da ben kendi anladığım şeyi söylemiş olduğunu sanırım. Yeter ki söylesin bana bişey… Ama hiçbişey söylemeyen şiirler var. Ha, bana söylemiyor ama başkasına söylüyor mu? İşte bunu anlamak istiyorum. Gerçekten söylüyor mu?” (s. 165)
Nice yazar ve şair geçmiş Aziz Nesin’in gözlerinin önünden. İçlerinden epeyce azı hakkında olumlu yorumlar yapmış Nesin. Ama daha da önemlisi, öyle bir yazmış ki düşüncelerini, okuyan kişi onun önyargılı ya da öznel olduğunu düşünmüyor hiç. Hani neredeyse, “Öyleyse öyledir,” diyesi geliyor. Bugün pek de alışkın olmadığımız bir okuma biçimi bu. Her şeyi çok sevdiğimiz ya da her şeyden çok nefret ettiğimiz bir dünyada, sevgimizin ya da nefretimizin somut gerekçeleri olmadığı gibi, ara renkleri de pek yok. Tıpkı sosyal medyadaki beğenilerimiz gibi, anlık bakıyoruz her şeye. “Bu şiirin son iki dizesi güzelmiş, hadi bakalım ‘layk’layalım.” Oysa Aziz Nesin, bu kitapta bize okuma dersi de veriyor adeta. Neyi sevdik? Neden sevdik? Veya neden sevmedik? Yazım kurallarından sözcük seçimlerine, tür tercihlerinden kitap isimlerine kadar her konu, okurun ilgi alanına girmeli. Okur, söz sahibi olmalı okuduklarında. Benim “Okuma Güncesi”nden aldığım en önemli ders bu.
Ve bir de aralara serpiştirilen, Aziz Nesin’in neden Aziz Nesin olduğunu hatırlatan birkaç cümle: “Ben öyle yazmıyorum şiiri. Şiir, yaşamımın bir anının birdenliği oluyor. Yükseklerden başıma birden bir taş düşer gibi şiir içime düşüyor; evet, tıpkı taş düşer gibi acıtarak, canımı yakarak ve birden, habersizden…” (s. 100)
Okura Not: Aziz Nesin’in “Okuma Güncesi” kitabının geliri, Nesin Yayınevi’nden çıkan tüm kitaplar gibi Nesin Vakfı’na bağışlanıyor. Daha bilinçli okumanın ve yazmanın ipuçlarını almanın yanı sıra çocuklar için güzel bir şeyler yapmak için de iyi bir fırsat bence. Ne dersiniz?
Remzi Kitap Gazetesi, Aralık 2014