Annemin söylediğine göre okumayı ve yazmayı 4 yaşımda “kazara” öğrenmişim. Annem ağabeyime öğretirken ben de aradan çıkıvermişim yani. Gözümün önünde hayal meyal bir manzara var: vizon rengi divanın üstünde açık bir defter, onun başına oturmuş annem ve ağabeyim, kenardan da bu ciddi işe koca kafasını ve burnunu sokan bir ben. Ama insan zaman içinde hafızasındaki bazı boşlukları duyduklarıyla ve hayal gücüyle dolduruveriyor. Bir yerden sonra anılarımızın ne kadarı gerçek, bunu ayırt etmek pek kolay olmuyor. Dolayısıyla ilk hangi kelimeyi okudum, ne yazdım, ilk kitabım hangisiydi, inanın hiçbir fikrim yok. Zaten hafızam da pek kuvvetli değildir. Fakat madem yaşım dörtmüş ve ben ilk okuma serüvenimi hiç hatırlamıyorum, “kendimi bildim bileli okuyup yazıyorum efenim” desem yalan olmaz bu durumda.
İçe kapalı bir çocuk değildim. Bilakis, cazgırdım. Sokakta oynar, bisiklet tepelerinde cambazlık yapar, deniz kıyısına inerdik. Yine de okumak (aslında annemin her gün mutlaka birkaç sayfa da olsa okuma disiplini ve babamın daima okumayı teşvik etmesinin de etkisiyle) hep vardı benim için. Defoe, Beecher, Verne gibi isimlerle dolu kitaplığımızın yanı sıra annemlerin kitaplığına da sulanmayı öğrendim zaman içinde. Jane Eyre, Kadının Adı Yok, Adem ile Havva’nın Cennet Günlüğü, En Alttakiler… Yaşıma uygun olmadığı için yasaklanan kitapları gizli gizli okurdum. Gerçi bence bal gibi de biliyordu annem okuduğumu ama neyse…
6-7 yaşlarında aile üyelerine hece ölçüsü ve mümkün mertebe tam kafiyeyle yazdığım naif şiirleri saymazsak, asıl yazma maceram ergenlikte başladı. Allahım, onlar ne depresif yazılardı, kendimi nasıl da bir Kafka, bir Zweig, bir Poe, bir Tevfik Fikret zannediyordum! Hadsizdim basbayağı! Mesela “Gülünün Solduğu Akşam”ı ağlayarak okuyor, hemen arkasından bir şiir patlatıyordum. İlham denen şeye çok inanıyordum. Geceleri penceremden denize bakıp yazıyor, yazıyor, yazıyordum. 3 ay sonra tüm yazdıklarımdan nefret ediyor, hepsini çöpe atıp tekrar yazıyordum.
Yazmak, daimi bir eylem değildi benim için. Ama okumak olmazsa olmazımdı. Uykudan ölsem de, sınav haftasında olsam da, aklım bambaşka yerlerde de olsa mutlaka her gün okumaya zorluyordum kendimi. Zamanla biraz büyüdüm. Hoşlanmadığım bir kitabı bitirmek zorunda olmadığımı, bazen canımın hiçbir şey okumak istemeyebileceğini, çoğunluğun sevdiği bir yazarı sevmemin gerekmediğini öğrendim. Bu sayede daha da çok okumaya başladım. Bir anlamda özgürleştim.
Beraberinde, yazmak da süreklilik kazandı. Her zaman kağıda ya da bilgisayara değil, bazen de kafama yazdım. Sonra onları unuttum gitti ama çok da dert etmedim. Bunların hepsini bir yazma pratiği olarak gördüm.
Bunca lafı neden ettim? Çünkü okuma ve yazma yolculuğumu anlatırsam, neden Bana Bi’ Kitap Anlat Ayşe dediğimi de daha iyi anlatabilirim diye düşünüyorum. Öğrendiklerimizi paylaşmıyorsak bilmenin ne kıymeti var ki? Deneyimlerimiz bir başkasının işine yaramıyorsa pek de anlamlı sayılmaz herhalde. Ne bileyim, ben okudukça okuyorum, size de anlatıyorum işte. Üstelik edebiyat kuramı, eleştiri ilkeleri gibi ciddi, ağır mevzulara da girmiyorum. Çünkü makale yazmıyorum, sadece anlatıyorum. Okumanın ve konuşmanın samimiyeti, benim asıl ilgi alanım. Yazıda da filmde de sohbette de hep o samimiyeti arıyorum. Budur işte derdim.