“Deniz Gezmiş’in sırrı babasında” – Can Dündar ile söyleşi

Onlar, “bizim çocuklar”… O, “bizim Deniz”… Bugün yaşasa 67 yaşında olacaktı. Ama biliyoruz ki “büyümez ölü çocuklar”. Hele bir de kahramanlarsa, hiç büyümezler. Bu yüzden de her zaman “bizim Deniz” olmaya devam edecek. Onu okurken “Ah be çocuk!” diyerek gözyaşı dökmeye devam edeceğiz yaşımıza başımıza bakmadan.

Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının öyküsünü ilk duyduğumuz andan itibaren yaşadığımız bu duyguların ne kadar “gerçek” olduğunu, Can Dündar ve Hamdi Gezmiş’in “Abim Deniz” adlı kitabında bir kez daha anlıyoruz. Çünkü oradaki bebek, çocuk, delikanlı Deniz, tam da hissettiğimiz gibi bir insan. Kardeşi Hamdi Gezmiş’in anıları ve Can Dündar’ın usta dokunuşuyla, Deniz Gezmiş artık daha da “bizim Deniz”.

Bu yazıyı yazarken fonda Ahmet Kaya’dan “Mahur” çalıyor. “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı.” Attilâ İlhan şöyle anlatmış bu şiirin öyküsünü: “12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.”

O genç fidanlardan selviye en çok benzeyeni var bu yazıda. Çocukluk resimlerindeki biraz romantik, biraz muğlak gülümseyişlerin, yerini “hoyrat gülüşlere” bıraktığı bir öykünün peşindeyiz. Deniz Gezmiş’in hayat hikâyesini kardeşi Hamdi Gezmiş anılarla bezeyip anlatırken, Can Dündar da belgeler, gazete haberleri, ilk kez günışığına çıkan fotoğraflar ve kendine özgü duygularla besliyor. Can Yayınları’ndan çıkan “Abim Deniz”, “bizim çocukların” hayatına belki de ilk kez bu kadar yakından bakabilmemizi sağlıyor.

 

Can Yayınları, ‘Abim Deniz’i ‘anlatı’ olarak sınıflandırmış. ‘Anı-belgesel’ diyenler de var. Siz bu kitabı nasıl adlandırıyorsunuz ya da adlandırma ihtiyacı duyuyor musunuz?”

“Adlandırmaya çok ihtiyaç duymuyorum açıkçası. Sonuçta belgeleri peş peşe dizsem aynı tadı vermeyecek. Ama o belgeleri de kullanmak istiyorum çünkü hepsi hayata dair şeyler. Bütün süreci açıklayan, belgeleyen önemli vesikalar bunlar. Bunları belli bir metnin içine yerleştirmeye çalışıyorum. Belgesele insan sıcaklığı katmaya çalışıyorum diyelim. Anı-belgesel mi dersiniz, belge-kitap mı dersiniz, insanileştirilmiş belgesel mi dersiniz bilmem. Bir şey demek zorunda da değiliz bence ama belgelerle zenginleştirilmiş bir biyografi diyelim.”

“Kitabın temelinde ikili anlatım var. Siz ve Hamdi Gezmiş birlikte anlatıyorsunuz. Bu sizin işinizi kolaylaştırdı mı, yoksa zorlaştırdı mı?”

“Aslında zor bir format ama benim işimi kolaylaştırdı. Nehir söyleşinin başka bir mantığı var, o bir tanıklık aktarması. Nehir söyleşide üçüncü taraflar, belgeler, toplumsal atmosfer, siyasal iklim eksik kalıyor. Söyleşi bunlarla beslenmediği zaman da bir insanın tanıklığından ibaret kalıyor. İstedim ki Hamdi Gezmiş’in tanıklığı olsun ama ne görüyoruz, nasıl bir toplumsal iklimde bunlar yaşanıyor, nasıl bir siyasi atmosfer solunuyor, anlattığı olayların belgeleri neler, olaylar gazeteye nasıl yansımış gibi konular da fonda yer alsın. Kitap bunlarla zenginleşince benim işim daha kolay oldu. Bütün bu malzemeyi, Hamdi Gezmiş’in anlatımlarını beslemekte kullandık.”

 “Kitap için nasıl bir hazırlık süreci yaşandı?”

“Aslında hepsi altı ayda olup bitti. İki ay Hamdi Gezmiş’le baş başa çok sıkı çalıştık. Anlatımlarını dinledim, kaydettim, deşifre ettim, sonra ayıkladım. Yazım aşamasına gelince de Deniz’le ilgili daha önce yazılanları okudum. Ona dair yazılanlar, onunla ilgili yazılanlar, onun yazdırdıkları… Gazete haberlerini taradım. Ardından, Hamdi Gezmiş’in anlatımlarının arasına kendi gözlemlerimi, aktarmak istediklerimi ekledim. Gazete haberleri ve belgelerle toplamda altı ay içinde bitirdik kitabı.”

“Bu süreçte sizi en çok zorlayan kısım hangisi oldu?”

“Herkesin bildiği bir öyküyü anlatıyorsunuz aslında. Üzerine çok yazılıp çizilmiş bir öyküyü yeni bir şeylerle anlatmak, ‘bunda yeni bir şey var’ duygusu vermek çok önemliydi. Daha önceki kitaplarda tabii ki Deniz’in siyasi yönü çok öne çıkıyordu. O siyasal kimlik öne çıkınca kitaplar da siyasi bir kimlik kazanıyor. Halbuki bu kitapta biz çocuk Deniz’i görüyoruz. Bebekliğini biliyoruz, nasıl büyüdüğünü, nasıl zorluklar içinde eğitim aldığını biliyoruz. O yolu onunla birlikte kat edince, aslında final de başka bir anlam kazanıyor bence. Siyasal içeriğinden bağımsız olarak da bir insanın idamının nasıl vahşi bir şey olduğunu daha iyi anlıyoruz belki. Hiçbir siyasi kimliği olmasa da 25 yaşında bir insanın canına kıymanın, yaşı ne olursa olsun bir insanı idam etmenin nasıl vahşi bir şey olduğunu daha iyi anlıyoruz. Tanımadığınız biri, sizin için ‘sele kapılmış bir insan’dır. Ama komşunuz sele kapıldıysa canınız daha çok yanar. Burada ben o komşuluk hissini, kardeşlik hissini vermeye çalıştım.”

“Kitapta öyle mektuplar, belgeler, fotoğraflar var ki daha önce kimse görmemiş; Hamdi Gezmiş’in kasasında yıllarca saklı kalmış. İçlerinden hangisi ilk gördüğünüz anda sizi en çok etkiledi?”

“Beyaz gömlekli bir fotoğrafı var (sayfa 56). Hakikaten selvi gibi, fidan gibi diye tarif edilen bir görüntü. En çok o fotoğrafı gördüğümde heyecanlandım. Burada Deniz’in hem o masumiyeti, hem o delikanlılık hali, yakışıklılığı, hem de müthiş bir gençlik ve bahar tazeliği var. Ben en çok bu fotoğrafına şaşırdım ve gün ışığına çıktığı için de büyük mutluluk hissettim. Özel bir ışığı var hakikaten orada.”

“Hamdi Gezmiş’in anlattıkları elbette çok önemli, çok değerli ama kitabı okurken beni en çok etkileyen, babası Cemil Gezmiş’in yazdıkları oldu. Sizce Cemil Bey nasıl bir adam?”

“Deniz Gezmiş’in sırrı Cemil Gezmiş’te bence. Yazdıklarını okuyunca, Deniz’in öyle bir babanın eseri olduğu daha iyi ortaya çıkıyor. Her şeyden önce babanın eli kalem tutuyor, o da bir hak mücadelesi vermiş. Sonra bu, hukuk mücadelesine dönüşmüş. Evladını haksızlığa karşı isyankâr olma, esarete karşı durma gibi öğretilerle yetiştirmiş. Dolayısıyla tohumları o serpmiş. Kitapta da serpilen o tohumların ipuçlarını görüyoruz. Deniz’in nereden beslendiğini anlayabiliyoruz. Ama bir kadın bakış açısıyla annenin eksikliğini çok hissettim. Fazla erkek bir hikâye bu. Baba, abi, kardeş var ama anne gerçekten konuşmamış; duygularını açık etmemiş, evlatlarıyla da paylaşmamış. Belki de -maalesef- kitaptaki eksiklik, hayattaki eksikliğin karşılığıdır. Bu yüzden de bir noktadan sonra bu konuyu zorlamadım çünkü hayatta olmayan bir şeyi kitaba aktarmak gerçekçi olmazdı.”

“Deniz ve arkadaşlarının kaçış, yakalanma, tutuklanma, yargılanma, idam süreçlerinde anne-baba devletteki görevlerine devam ediyor. Baba sonradan daha pasif görevlere alınıyor ama sonuçta hayatları, maaşları, görevleri sürüyor. Bugün olsa yine görevde kalırlar mıydı sizce?”

“Zor herhalde. Gerçi bir de onlara sormak lazım. Hangi koşullarda devam edebildiler? Anne için bunun bedelinin hiç konuşmamak olduğunu hissediyorum. Hiç yorum yapmamak, hiçbir yerde görünür olmamak. Bunlar ağır ceza, müebbet ceza üstelik. Görevden alınmıyor ama sözden alıkoyuluyor. En ufak bir söz söylerse görevden alınacağını biliyor. Ağır bir müebbet ceza susturulmak. Bugün de çok farklı bir durumda değiliz.”

“Kitabı okurken, yaşananları belgelerle görünce insan kaçınılmaz olarak o dönemi bugünle karşılaştırıyor ve hiçbir şeyin değişmediği duygusuna kapılıyor. Örneğin, ‘Genç hukuk öğrencileri adaletin nasıl siyasetin emrine girdiğini orada gözleriyle gördü,’ diye yazmışsınız. Bu sizce Türkiye’ye özgü bir durum mu?”

“Bu sürekli patinaj çekme durumunun bize özgü olduğunu söyleyemem. Gelişmemiş toplumlara özgü demek daha doğru. 68 bütün Avrupa’yı kasıp kavuran, evrensel bir harekete dönüşen bir süreç. 68 tüm dünyada aynı şiddette yaşandı. Ama Batı dünyası daha mantıklı davranıp oradaki enerjiyi, gençlerin coşkusunu, hiddetini bir şekilde absorbe ederek sistemin içine almayı, böylece kısmen karşılamayı, kısmen yatıştırmayı ve gençlere kürsüler açarak seslerini duyurabilecekleri zeminler yaratmayı başardı. O sayede hem kendisi enerji topladı hem de sokaktaki muhalefeti bir şekilde eritmeye yöneldi. ABD’nin eski başkanı Clinton’ın askere gidiş belgesini yaktığını biliyoruz. Almanya’da Yeşiller Partisi’nin öncüleri daha sonra bakan oldular; bunlar Almanya’da öğrenci hareketlerinin içinde olan çocuklardı. Sistem, onların enerjisini kendini yenilemek için kullandı. Bunun kötü olduğunu, muhalefeti erittiğini söyleyenler de var gerçi ama biz bunu başaramadık. Biz o çocukları asarak, ezerek, yok ederek, onlara işkence ederek aslında kendi varlığımızı da, ülkenin geleceğini de torpillemiş olduk. Yaşadığımız patinajın nedeni bu; aynı çukurlara sürekli düşüyoruz. Niye? O hareket ezildikçe tekrar çıkıyor. Bunun çaresinin ezmek olmadığının anlaşılacağı bir dönemi bekliyoruz. Biz ezmezsek, kazanırsak, yüceltirsek, aramıza alırsak, o enerjiden beslenirsek, onu dönüştürürsek, ona iktidar şansı verirsek, kendini ifade etme şansı verirsek olacak. Vermezsek, evet, on yılda bir yeni Deniz Gezmişlerle aynı şeyleri bir daha, bir daha yaşayacağız.”

“Üniversitelerdeki ilk olaylarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sloganlarından biri ‘Sağ sol yok, boykot var’. Bu noktadan ‘Böyle olmuyor, dağa çıkalım’ noktasına giden bir yol var. Bugünden bakınca bu yol size nasıl görünüyor? Çaresiz bir süreç ya da kaçınılmaz son mu? ”

“Akıllı iktidar ihtiyacı bu. Kürt meselesine bakın mesela. Bugün bize normal gelen Kürtçe şarkı söylemek, Kürtçe konuşmak, Kürtçe eğitim almak gibi şeylerin 10 yıl önce lafını edeni hapse tıkıyorduk. 10 yılda ne oldu? Bu kadar insan öldü, bu kadar kan döküldü, günah değil mi? Bunu başta akıl edebilseydik, göze alabilseydik, bugün bu noktada olmayacaktık, o kadar insan ölmemiş olacaktı. Türkiye bu kadar vakit, enerji ve para kaybetmemiş olacaktı. Aynı durum işte… O çocuklar taleplerine karşılık alabilselerdi, seslerini duyurabilecek bir zemin bulabilselerdi, mesela Türkiye İşçi Partisi (TİP) onları biraz daha içine alabilseydi, TİP meclisten kovulmasaydı, mecliste bir siyasi figür olarak varlığı önem taşısaydı, belki o çocuklar milletvekili olup kendilerini ifade edeceklerdi. Ama onların sevdiği bir milletvekilini, Çetin Altan’ı tekme tokat dövüyorsun, meclisten atıyorsun, TİP’i meclisten kovuyorsun, sonra üniversitelerde gösteriyi yasaklıyorsun. Bu çocuklara kendini ifade edecekleri bir zemin bırakmadığın zaman, gerilim dağdan fışkırıyor. Aynı şey Kürt meselesinde de oldu. Her baskılanan, kendini ifade etmenin bir yolunu buluyor.”

“Yani bütün bunlar bugün yaşansaydı değişen bir şey olmayacak mıydı?”

“Bugün meclis var mı? Bence yok. Mecliste insanların kendini ifade şansı var mı? Bence yok. Yeni Ceza Kanunu gösteri yürüyüşlerini yasaklıyor. Gösteri yapamayacaksın, mecliste ses çıkaramayacaksın. Partilere girmek zor, parti kurdunuz diyelim, baraja takılıyorsunuz. Medyada sesiniz yok, televizyonunuz yok, radyonuz yok. Bir dergi çıkaramıyorsunuz üniversitede. Ne yapacaksınız? Kendinizi ifade etmek için ya korsan eylem yapacaksınız ya mecliste aniden pankart açacaksınız, dayak yemeyi göze alacaksınız. Bütün aradığımız, biraz iktidar aklı.”

“Kitapta özellikle vurguladığınız konulardan biri, TİP’le yolları ayırdıktan sonra bu gençlerin partisizleşmesi. Çünkü hiçbir partiyi sosyalist anlamda yeterince ahlaklı bulmuyorlar. Bu onların inançlarının samimiyetinin bir kanıtı mı sizce?”

“Saf, temiz ve idealist bir hareketten bahsediyoruz. Gündelik siyasetin biraz kirlenmiş, biraz gündelik çıkarlara göre şekillenen, biraz pragmatist yapısı içinde o idealizm karşılık bulamıyor. Bugün de aynı şey geçerli. Siyasetin kendi kuralları var; halbuki onların beklentisi, bir an önce tertemiz bir devrim yapmak. Aradaki makas açıldıkça, siyaset bu hareketleri içine alamıyor. Makas açıldıkça diyorum, çünkü zaten bire bir örtüşmeleri imkânsız. Ama TİP pekâlâ bu harekete kollarını biraz daha açabilirdi. Öyle yapmadı. Biraz daha sert durdu, içeriye sızma olmasın diye uğraştı, onları adeta itti. Bence bu tarihi bir hata. Bu hata yapılmasaydı, çok daha güçlü bir sosyalist siyasi hareket oluşabilirdi, mecliste karşılık bulabilirdi. Avrupa’da örneklerini gördüğümüz türden, mecliste temsil edilen bir siyasi harekete evrilebilirdi belki. Onun yerine, silahlı mücadelenin öne çıktığı, meclisin ekarte edildiği ve askeri darbeye evrilen bir siyasi sürece dönüştü. Bunu tabii bugünden bakınca görebiliyoruz. Yine Kürt meselesinden örnek vereyim. Kürtlerin mecliste temsili daha adil olsaydı, belki de dağa çıkma süreci hiç yaşanmayacaktı, barış süreci belki daha erken başlayacaktı.”

“Bu konuya bağlı olarak spekülatif bir soru sorayım: İdamlar yaşanmasaydı bugünkü tablo nasıl olurdu sizce?

“Onu kestirmek hakikaten zor ama mesela o hareketin içinden bugün Ertuğrul Kürkçü mecliste siyasi hareket içinde mücadeleyi sürdürüyor. Bir başkası belki yayıncılık alanında dergi çıkarıyor, bir başkası bir internet sitesini yönetiyor. Direniş ruhu kendini yine bir yerlerden ifade edecekti ama daha güçlü olacaktı. Bu kadar örselenmemiş olacaktı. Belki zaman içinde 70’leri kan gölüne çeviren o çatışma ruhuna dönülmemiş olacaktı. O facia yaşanmasaydı belki 12 Eylül gibi bir silindir geçmeyecekti üzerimizden. Aslında bu idamlar sadece üç gencin asılması değil, bir toplumun ipe çekilmesi anlamını taşıyor.”

“Bunun bir önceki üçlü idama kıssas olduğunu düşünürsek başlangıç noktasını 1960’a bağlayabilir miyiz?”

“Tabii. İdam yanlıştır. O kadar! Bu iki kelime üzerinde toplum uzlaşabilseydi keşke. Aslında uzlaşmayacak bir şey de yok, çok basit iki sözcükten bahsediyoruz. Deniz yaşasaydı, bugünkü yasalarla beş yıl yatıp çıkacaktı. Şu olacaktı bu olacaktıyı boş verin, özgür insanlar olacaklardı. Menderes’in de bütün günahı bir kenara atıldı, bir tek idamı kaldı akıllarda. Aynı durum Şeyh Sait için de geçerli. Belki adil yargılansa onun da birçok hatası çıkacaktı ama bugün sadece idamını biliyoruz. İdam, bütün günahları silen, adil yargılanma imkânı da vermeyen bir şey. Mendereslerin çok önemli, tarihi hatalar yaptıklarını düşünüyorum, ama sonunun idam olması, bizim eleştiri hakkımızı da elimizden alıyor.”

 “Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu fazlasıyla romantik bir girişim. Bir avuç insandan bahsediyoruz. Hayalperest diyebilir miyiz onlara?”

“Bir hayalin peşindeki bir grup adam bunlar. Üstelik bunun farkındalar. Hayalperest değiller. Hayallerinin peşinde olmak illa ki hayalperestlik anlamına gelmiyor. Biz hayalperesti, hayal kuran insan olarak düşünüyoruz. Oysa bu çocukların hayalleri var ama hayalperest değiller. Çünkü hayalperestlik, ‘Biz bu orduyla Türkiye’yi dönüştürürüz abi,’ inancıdır. Denizlerin böyle bir inançları yok, yenileceklerini biliyorlar, bir orduyla baş edemeyeceklerini biliyorlar. Ama o hareketten birinin söylediği bir söz var: ‘Bütün dert, gelecek kuşakların kulağına bir şey üflemek.’ Ve onu üflediler. Biz onu hissedebildiğimiz için Gezi’de o gençleri görebildik. Bu önemli işte… Hayali, hayalperestlikten ayıran şey de bu. Hayalperestler yaşamıyor ama hayaller yaşıyor.”

“‘Gülünün Solduğu Akşam’ı uzun yıllar önce ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum. ‘Abim Deniz’i okurken ise hiç ağlamadım fakat korkunç bir öfke hissettim. Bu bir okur görüşü. Siz yazan kişi olarak nasıl hisler içinde yuvarlandınız bu süreçte?”

“Aileye girdim, ailenin parçası olduğumu hissettim. Kardeşi, yeğenleri, abisi, belgeler, eşyalar… Bir insana dışarıdan bakmakla evinin içinden bakmak arasında çok fark var. O evde onun en yalın halini, en insan halini görüyorsunuz. Kardeşiyle muhallebi tenceresinin dibini kim sıyıracak kavgası yapan birini gördüğünüz zaman idam başka bir anlam kazanıyor. THKO, mahkeme, 12 Mart cuntası generallerinin ötesinde, insana kıyan insanları görüyorsunuz. Daha genel bir perspektif kazanıyorsunuz. İnsanın insana zulmü meselesi daha çok etkiliyor. Deniz parkasını çıkarıyor, beyaz gömlekli çocuk oluyor. Bir insanın bir insana kıymış olması, hakimlerin o kalemi fütursuzca ve gaddarca kırması, ‘Nasıl olabilir?’ diye sorduruyor insana. Her seferinde o idamı tekrar yaşıyorsunuz. Kitabın üzerinde çalışırken bütün o yolu birlikte kat ettiğiniz için, sayfalar boyunca büyüttüğünüz o çocuğa kıymaları çok daha ağır geliyor.”

“Çevremden, Deniz Gezmiş’i tek sözcükle tanımlamalarını rica ettiğimde ‘saf’ ile ‘kahraman’ arasında değişen pek çok yorum aldım. Onu artık daha da yakından tanıdığınıza göre, siz hangi sözcükle tanımlarsınız?”

“İdealizm. Bir ideal uğruna hayattan vazgeçebilen insanlar bunlar. Bugün en çok eksikliğini hissettiğimiz şey… Aslında hepimiz o idealin peşindeyiz, sadece o kadar cesur değiliz. Bu yüzden ikinci bir sözcük isteseniz herhalde ‘cesaret’ derdim. Kimimizin ideali var ama cesareti yok; ikisi bir araya geldiğinde patlayıcı etki yapıyor ve Deniz Gezmiş oluyorsunuz.”

“Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından söz ederken çoğu zaman ‘Deniz’, ‘çocuklar’, ‘bizim çocuklar’ diyoruz. Ama sonradan fark ettim ki üçü de aslında annemden bir yaş büyük. Neden hep ‘çocuklar’? Nâzım Hikmet’in dediği gibi, ölü çocuklar büyümediği için mi, yoksa kahraman oldukları için mi?”

“Ölüm, yaşı durduruyor. Herkes yaşlanıyor, siz donup kalıyorsunuz. Bu da onları ipe çekenler için bir hayat dersi olsa gerek. Öldürdüğünüz adamlar ölmüyor aslında. Bir türlü ölmedikleri gibi, hep de genç kalıyorlar.”

“Zaman zaman Che’yle karşılaştırılıyor Deniz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Che’nin çok metalaştırıldığını söyleyenler de var. Deniz için de geçerli mi bu durum? Yani Deniz Gezmiş kahraman gibi bir kahraman mı, tişört tipi bir kahramana mı dönüşüyor?”

“Kahramanlara ihtiyacımızın olmayacağı bir dünyayı özlüyoruz ama şu anda ihtiyacımız var. Bu kitabın yazılması bile onu gösteriyor bence. İnsanların sözüne inanacakları, peşinden gidecekleri, ‘Bak, bu örnek de yaşandı, demek ki olabiliyormuş,’ diyebilecekleri türden insanlara ihtiyacı var. Deniz onlardan biri. Bu durumda, hele popüler kültür çağında metalaşmamanın imkanı yok. Che de aynısını yaşadı. Aslında hayat hikayeleri benziyor bence. Benzer idealler ve bir yanıyla da aynı tuzağa düşme durumu var. Ama insanları da Che’nin tişörtünü giymek istiyorlar diye eleştiremeyiz. Bir başka sıkıntı da şu: Ben hiçbir genç kızın dolabının üstünde Ho Chi Minh resmi görmedim.  Çünkü yakışıklı değil. Ama Che yakışıklı bir adam, Deniz yakışıklı bir adam. Kıstasın yakışıklık olmaması lazım ideolojik olarak. Orada da bir ideolojik sorun var bence.”

“Kitabın gelirinin Deniz Gezmiş Vakfı’na bağışlanacak olması çok önemli. Vakıf kuruldu mu?”

“Deniz’in yaşgününde, Şubat’ta kurulacak.”

“Kitabın filmi olacak mı?”

“Olsa ne iyi olur diyoruz aslında. Deniz Gezmiş filmi bir kez denendi; aradan epey yıl geçti, bir kez daha denesek mi diyoruz. Ama oyuncu benzemiş-benzememiş tartışmaları, oyuncunun karakterin önüne geçmesi gibi tehlikeler hep var. Bu çukurlara düşmeden bir şey yapabilir miyiz diye kendi aramızda konuşuyoruz.”

“Biraz da sizden söz edelim. Sizin hayata geçirdiğiniz “belgeselciliği” tanımlamakta zorlanıyorum. Belgelere dayanarak çalışıyorsunuz, derin araştırmalar yapıyorsunuz ama bir yandan da kişilere, olaylara öyle bir noktada dokunuyorsunuz ki sanki, ‘Ben de o acıyı/sevinci/korkuyu bire bir yaşadım,’ der gibisiniz. Yani anlattıklarınızın hem içinde hem de dışındasınız. Bunun bir sırrı var mı?”

“Aslında bir belgeselci için iyi bir şey değil bu. Duygularını saklayan kişidir belgeselci. Daha soğukkanlı durması gerekir. Ama aynı zamanda da ben duygusal bir insanım. Kahramanın yolculuğu boyunca bana da değen şeyleri gizlemeyi içime sindiremiyorum. Bu ikisi tuhaf bir sentez çıkarıyor ortaya. Olayları belgelerle desteklemeye, biraz mesafeli durmaya gayret ediyorum ama duyguyu da ihmal etmemeye çalışıyorum. Aslında eski çalışmalarıma kıyasla, mesela ‘Sarı Zeybek’teki kadar duygusal yaklaşmıyorum artık. ‘Abim Deniz’de de daha soğukkanlı durmaya gayret ettim ama tamamen duygudan arındırılmış metinler de beni çekmiyor. Ne yapmaya çalışıyorsun derseniz, şöyle anlatabilirim: Kürt Sorunu, Türk Solu, Milliyetçi Hareket gibi büyük başlıkların hepsinin insani karşılıkları var insanlarda. Tabii ki o hareketler o insanları belirliyor ama o insanlar da o hareketleri belirliyor. Ben oradaki insan unsurunu toplumun huzuruna getirmek istiyorum. Burada bir insandan söz ediyoruz. Bu insanın bir hayat hikayesi var. Abdullah Öcalan’ın bir hayatı var ve o hayat hikayesi birçok ipucu taşıyor. Dolayısıyla o insanı daha iyi anlarsak, bu hareketi daha iyi anlayabiliriz. Çözüme daha kolay varabiliriz. Belki Said-i Nursi’yi bilsek Nurculuğu daha iyi anlayacağız. Bütün bunları insan odaklı anlatmaya çalışmak, biyografiler aracılığıyla insanla tanıştırmak… Asıl yapmaya çalıştığım ve yapmak istediğim şey bu. Ve hiçbirinin yadırganmaması… ‘Vay! Deniz’i yazdı, solcudur; Öcalan’ı yazdı, Kürtçüdür; Gülen’i yazdı, Cemaatçidir,’ gibi algılanmaması. Bütün o insanlar bugünkü Türkiye’nin birer aynası aslında. Ve biz o aynalara düzgün bakabilirsek kendi yansımalarımızı görebileceğiz ve belki daha insani bir bakış açısına sahip olacağız.”

“Bahsettiğiniz duygusallık sizin alamet-i farikanız. Ama bunun da bir bedeli var. Tepkiler alıyorsunuz elbette.”

“Yaratılan her kahramanın, onun sadece kahraman olarak kalmasını isteyen taraftarları vardır. Kahraman olmanın tabiatında bu var. Duygusal ya da başka zaafların ona zarar vereceği endişesi… Çünkü bir kahraman asla hata yapmaz, asla duygularına kapılmaz, asla yenilmez, asla ağlamaz. Kahramanlık fikrinin kendinde bir sakat doğum var. Elbette tepki alıyorsunuz. Her cemaat kahramanıyla var oluyor ve ona en ufak bir halel getirmek istemiyor. Ben de halel getirmek derdinde değilim ama duyguların zaaf olmadığını, tersine, insanı zenginleştiren şeyler olduğunu düşünüyorum. Bir kahramanı var eden unsurun, onun hep doğru kararlar aldığı illüzyonu olmadığını göstermek istiyorum. Aksine, birçok doğru ya da yanlış karar alıp sonunda doğrularının galebe çaldığını göstermenin daha anlamlı olduğunu, illa ki düzgün ilişkiler kurmayabileceğini, mesela Nazım Hikmet gibi daldan dala konabileceğini, ama oradan çok güzel şiirler damıtabileceğini, hayatından kadınları çekip aldığınız zaman o şiirlerin karşılığının olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Tepkileri göğüslemeye hazırım. Alıştım da biraz.”

“En çok zorlandığınız belgesel hangisiydi?”

“En çok dayağı ‘Mustafa’da yedim. O çok özel bir durumdu. Hatta bir kitap projem var ‘Mustafa’nın yapılış süreci ve sonrası üzerine. Çünkü ben bu sürecin, Türkiye’nin film üzerinden Ata’sıyla hesaplaşması olduğunu düşünüyorum. Film üzerinden bir hesaplaşma. Biraz da bir çocuğun babasıyla hesaplaşmasına benzetiyorum. O anlamda derin bir psikolojik anlamı da var. Film üzerine 600 küsur makale çıkmış. Hepsini biriktirdim. Açılan kampanyalardan tutun da soruşturma sırasında tutulan bilirkişi raporlarına kadar inanılmaz şeyler var. Bir toplum Atatürk’ü nasıl görüyor, nasıl görmek istiyor, bazı mesajları selektif algılamayla nasıl reddediyor… Bütün bunların bir hülasasını yapmak geçiyor aklımdan. İsmini de koydum: ‘Onun Parmakları O Kadar Kalın Değildi’. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden bir profesörün bilirkişi raporunda, filmin kahramanının parmaklarının fazla kalın olduğu, Atatürk’ün parmaklarının daha ince olduğu yazıyor.”

“Pek çok hayatı incelediniz. Siyaseti yakından takip ediyorsunuz. Bunca şeyi bilen bir insan umutlu olabilir mi?”

“Bilgi umudun düşmanıdır ya da cehalet mutluluk getirir derler ama rahmetli Ünsal Oskay hocam bize tamamen tersini söylerdi. Mutsuzluğun az bilgiden kaynaklandığına inanırdı ve bizi buna inandırdı. Ben ne zaman umutsuzluğa kapılsam o sözü hatırlarım. Biraz tarih bilenler, onun içinden pek çok umut damıtabilirler. Deniz Gezmiş özelinde bakarsak, bu bir idam hikâyesi. İçinde umutsuz olmak için pek çok neden var, ama Gezi’de baş köşede onun resminin durması, bugün ismi üzerinde genel bir ittifak oluşması, itibarının iade ediliyor olması, mezarının yüz binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor olması, çocukların Deniz adını taşıması… Bunlar umut vermiyor mu size? Bunlar bir toplumun aslında ona nasıl sahip çıktığını, onu nasıl yaşattığını, haksızlığa nasıl dirençli olduğunu, isyan ettiğini gösteren örnekler. O yüzden de hiç umutsuz değilim. Tarihe baktığınız zaman görürsünüz ki zulüm hep var ama isyan da var. İyimser yönden bakarsanız, tarih aslında zulmedenlerin cezalandırıldığı bir ders kitabı.”

Remzi Kitap Gazetesi, Ocak 2015