Tozan Alkan’ın en sevdiğim şiirlerinden biridir “Unuttum”. Şiirin sonlarında şöyle der Alkan:
ben de bir vakit
bir hayat çıkarmıştım
yazdıklarımdan
ne bir eksik
ne bir fazla
bir hayat
Şimdi unuttum.
Bazen yazdıklarımız hayat olur çıkar karşımıza, bazen de hayatımız yazı olur, kitap olur. Belki de unutmak için yazmak ile unutmamak için yazmak arasındaki müthiş farktır hayata bakışımızı belirleyen. Kabına sığmayan, asla yaşlanmayan, anlatmaktan korkmayan bir isim Haldun Dormen. Yani tam anlamıyla bir sanatçı. Gezi Parkı direnişinin tazecik olduğu günlerde buluştuk Haldun Bey’le. Bizi o kadar içtenlikle karşıladı ki hayranlıktan dilimizin tutulmasına fırsat kalmadı. Sanattan, tiyatrodan, Yapı Kredi Yayınları’nın bastığı “Anılar” kitabından, direnişten, gençlerden, Gezi’den, umuttan söz ettik. Ne de olsa Haldun Dormen, kendi ifadesiyle “bir hayata birkaç hayat sığdırmıştı”. Biz de bir söyleşiye sığdırmaya çalıştık her şeyi. “Anılar” kitabını oluşturan ilk bölümde Haldun Bey’in de dediği gibi, “sürç-ü lisan ettikse affola”.
- Daha önce yayımlanmış üç kitabınızın (Sürç-ü Lisan Ettikse, Antrakt, İkinci Perde) “Anılar” başlığı altında Yapı Kredi Yayınları tarafından yeniden sunulması, ana konumuz aslında. Ama çok hareketli günler yaşıyoruz. Siz de birkaç gün önce Gezi Parkı’ndaydınız. İzleniminiz nedir? Bu süreçte sanatçılara yönelik bazı tehditler de oldu.
Aslında duruma bakınca Gezi’de bir şeyler olacak diye bekliyordum. Ama oraya gittiğimde gördüğüm şey beni şaşırttı. Bu kadar çok birliktelik, gençlerin akıllarını kullanarak bunları başarması beni hem müthiş etkiledi ve şaşırttı hem de gururlandırdı. O anlamda bu karışıklıktan memnunum açıkçası, demek ki insanlar uyumuyorlar. Her şeyin yoluna girmesini umuyorum. Sanatçılara yönelik tehditler ise yeni değil zaten.
- Kültür ve sanat ne yazık ki zaman zaman gerekliliği bile tartışılan kavramlar haline geldi. Siz kültürü nasıl tanımlıyorsunuz?
Kültür olmadan bir ülke olmaz ki! Mesela 99 senelik Şehir Tiyatrolarını kapatmaya kalkışıyorlar. Hükümet Osmanlı’dan kalma şeylere saygı gösteriyor ama Şehir Tiyatroları da Osmanlı’dan kalma zaten. Darülbedayi kurulalı 99 sene olmuş. Orayı nasıl kapatırsınız? Ben tiyatroyu oradan öğrendim. Shakespeare’i, Çehov’u, Ibsen’i, Musahipzade Celal’i oradan öğrendim. Muhsin Ertuğrul çocukları tiyatroyla orada tanıştırdı. Neler olacak? Bundan sonra sadece Türk oyunları mı oynanacak tiyatrolarda? Bir Shakespeare, bir Euripides oynanamayacak mı? Dünya kültüründen uzak mı kalacağız? Türk oyunu olmadan elbette tiyatro olmaz. Ama yazarları baskı altında tutarsanız doğru dürüst eser de çıkmaz.
- Devlet Sanatçısı unvanınız var. Bu unvan artık daha da tartışılır oldu. Bu konuda görüşleriniz nedir?
O unvan beni hiç ilgilendirmiyor açıkçası. Halk beni seviyor. Snob görünüyorum belki ama sokaktaki çiçekçi de taksici de seviyor beni. Herkes bana gülümsüyor, selam veriyor. O beni çok mutlu ediyor. Ben tiyatrocuyum, normalde tiyatrocuların bu kadar tanınıp sevilmesi zor.
- “Sürç-ü Lisan Ettikse”nin önsözünde, yaklaşık 20 yıllık bir dönemi 1-1,5 sayfada çok güzel özetlemişsiniz. Diğer bölümlerin başında da benzer özetler var. İçinde yaşadığımız şu dönemi de ekleyecek olsaydınız neler yazardınız?
Aslında şimdi yeni kitabımı yazıyorum. İsmi “Nerede Kalmıştık” olacak. “Anılar” kitabı 2001’de bitiyor. Devamını da yazmam lazım. Her şeyi anlatıyorum. Türkiye’nin bu halini anlatıyorum. Ama kitap çıkıncaya kadar daha neler olacak onu da bilmiyorum elbette. Bu olayların sonucunu bekleyeceğim.
- Kitabınızda sinemayı “büyük aşkım” olarak tanımlamışsınız. Ama biz sizi öncelikle tiyatrocu olarak tanıyoruz. Bu sinema aşkı nereden kaynaklanıyor?
Elbette Şehir Tiyatrosu’ndan da çok etkilenmiştim. Mesela ilk gördüğüm oyun Othello’ydu. Muhsin Ertuğrul sahneye koymuştu. Cahide Sonku’nun güzelliğini unutamıyorum. Iago’yu Talat Artemel oynuyordu. Bir de yukarıdan bulutlar geçiyordu, onların nasıl geçtiğini bir türlü anlayamamıştım. Tabii ki tiyatro çok içimde olan bir şeydi ama sinema daha da etkiliydi. Her şeyden önce müzikaller vardı. Fred Astaire’ler, Ginger Rogers’lar, cazlar beni çok etkiledi, onlar gibi olmak istedim. Ama aklımı kullanıp önce iyi bir tiyatro eğitimi alayım, sonra sinemacı olayım diye düşündüm. O zamanlar her şeyi yakından takip ediyordum. Önemli sinemacıların hep tiyatro kökenli olduğunu gördüm. Bu yüzden tiyatro okudum. İki sinema filmi yaptım, ikisi de ödül aldı ama para kazanamadı ve beni batırdı. Öte yandan tiyatronun da özelliği şu: Karşınızdaki insana o anda, gözden göze, kalpten kalbe, ruhtan ruha hitap ediyorsunuz. Bu çok özel bir şey. Sinema öyle değil. Sinema kalıcı. Tiyatro gidici. Oyun 5-6 sene sonra unutuluyor. Oysa bir filmi her zaman seyredebiliyorsunuz. Greta Grabo’yu, Charlie Chaplin’i bugün de seyredip büyüklüklerini görebiliyorsunuz. Ama Laurence Olivier’nin filmleri olmasa oyunculuğunu nereden bileceksiniz?
- Yale’de oyunculuk eğitimi aldınız. Yurtdışında tiyatro eğitimi aldıktan sonra ülkeye dönüp tiyatro yapan ilk Türk’sünüz, öyle değil mi?
Muhsin Ertuğrul’un ya da o dönemdeki başka ustaların durumunu bilmiyorum açıkçası. Ama Cumhuriyet neslinde ilk olduğumu biliyorum. Aslında benden önce Tunç Yalman ve Şirin Devrim Yale’deydi. Onları tanımıyordum ama iki Türk’ün orada olduğunu ve okulun temsillerinde oynadıklarını biliyordum. O yüzden Yale’i seçtim. Büyük bir şanstı benim için. Benden sonra Tunç Yalman ve Şirin Devrim de Türkiye’ye döndüler ve o zaman birlikte çalıştık.
- Aldığınız eğitimle bugün Türkiye’de verilen tiyatro eğitimini karşılaştırabilir miyiz?
Yurt dışındaki eğitimin de eksiklikleri var, buradakinin de. Burada eğitim alan bir kişinin “keşke ABD’de okusaydım” demesine hiç gerek yok. Hatta bence ille eğitim almak da gerekmiyor. İnsan bir ustanın yanında kendi kendini de eğitebiliyor. “Eğitimi olmayan tiyatrocu olamaz” denirse Adile Naşit’leri, Münir Özkul’ları, Nevra-Metin Serezli’leri ne yapacağız? Nevra ve Metin Serezli başka alanlarda eğitim almışlardı ama tiyatrocu oldular, Dormen Tiyatrosu’nda eğitimlerini tamamladılar. Bugün Nevra Serezli Türkiye’nin en büyük oyuncularından biri. Rahmetli Metin Serezli belki de Türkiye’nin en iyi komedyeniydi. Altan Erbulak, Erol Günaydın hiç tiyatro eğitimi almadı. Ben de o dönemde çok gençtim, Dormen Tiyatrosu’nda hep beraber bir eğitim süreci yaşadık. Ben onlara öğrettim, onlardan öğrendim ve böylece Dormen Tiyatrosu efsanesi çıktı ortaya.
- Türkiye’ye döndükten sonra Muhsin Ertuğrul size çok destek vermiş. Sizde gördüğü neydi sizce?
Galiba Muhsin Ertuğrul bende hiçbir şey görmedi. Muhsin Bey’le ABD’den yaz tatiline döndüğümde tanıştım. En yakın arkadaşım rahmetli Hamit Belli’nin babası tiyatrocu Emin Belli’ydi. Tatil için geldiğimde onlar aracılığıyla Muhsin Bey’den randevu aldım ve “Türkiye’ye döndüğümde ben sizinle çalışmak istiyorum” dedim. Küçük Sahne başlamıştı o dönemde. Muhsin Bey beni çok güzel, çok samimi karşıladı, ben de çok etkilendim. Türkiye’ye döndüğümde işim hazırdı. Muhsin Ertuğrul çok büyük bir tiyatrocuydu elbette. Ondan çok şey öğrendim. Çok kötü bir yönetmendi, bunu da söylemek zorundayım. Fakat müthiş bir tiyatrocuydu. Bugün tiyatro bu kadar saygın bir yerdeyse Muhsin Bey’in sayesindedir. Bütün tiyatrocular olarak ona çok müteşekkir olmalıyız. Maalesef bugün tiyatro heveslisi gençlere Muhsin Ertuğrul kimdir diye soruyorum, ancak birkaç tanesi cevap verebiliyor. Bu çok acı. Benden ders almaya başlayınca mecburen tanıyorlar Muhsin Bey’i.
- Dormen Tiyatrosu efsanesinden söz ettik az önce. Tiyatronuzu iki kez kapattınız ve ikincisi son oldu. Özel tiyatroların durumunu sorsam yaranızı deşmiş olur muyum?
Hayır, yaramı deşmek gibi bir durum söz konusu değil. Dormen Tiyatrosu bir efsaneydi, kapandı bitti. Kapanmasaydı efsane olmazdı. Ben bu durumdan çok memnunum çünkü artık çok daha rahat çalışabiliyorum. Anadolu’nun her yerine gidiyorum. Diyarbakır’da oyun sahneye koydum. Şimdi Mersin’de bir oyuna başlıyorum. Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda devamlı oyun sahneliyorum, o beni çok mutlu ediyor. Şimdi de yeni bir proje var: Yıldız Haldun. Yıldız Kenter’le bir kez Londra’da aynı sahneyi paylaşmıştık ama Türkiye’de hiç birlikte oynamadık. Senaryoyu ben yazacağım. Yıldız da gücünü verirse çok güzel bir iş olacak.
- Madem Yıldız Kenter’le birlikte oynamaktan söz açıldı, hemen sorayım: Kiminle karşılıklı oynamak isterdiniz?
İstediğim herkesle karşılıklı oynadım zaten. Bir tek Yıldız kaldı. Yıldız Haldun projesi gerçekleşirse çok mutlu olacağım. Yeni nesilden ise tek tek isim vermek zor, o kadar iyi oyuncular var ki… Mesela Bülent Emin Yarar’la bir oyun sahneye koymak isterim. Müthiş bir yetenek.
- Yönetmenliğin sizdeki yeri ayrı. Neden?
En çok yönetmenliği seviyorum. Oyunculuktan daha çok seviyorum çünkü yaratıcı bir iş. Örneğin gece yatarken bir şey geliyor aklıma ve bir sahneyi o anda çözümlüyorum. Bu beni çok mutlu ediyor. İçinden çıkamayacağım sahne yok galiba. Oyuncu olarak bir sahnenin altından kalkamayabilirim ama yönetmen olarak içinden çıkamayacağım, kaliteli olarak sunamayacağım bir sahne yok. Yorumlama açısından yanlış olabilir ama görüntü olarak yanlış olmaz.
- Sehpanızın üzerinde Shakespeare’in bütün eserlerini kapsayan İngilizce bir kitap var. Hazır yönetmenlikten de söz etmişken sorayım: Shakespeare’i okumak mı, oynamak mı, izlemek mi, yönetmek mi?
İzlemek. En kolayı o çünkü.
(Bu söyleşinin sık sık kahkahalarla kesildiğini de belirtmeden geçmeyelim.)
- Peki yönetecek olsaydınız hangi oyununu seçerdiniz?
Ben pek fazla Shakespeare oyunu yönetmedim. Bir tek Kış Masalı’nı yönetmiştim Şehir Tiyatrosu’nda. Oynadım ama yönetmedim. Olursa memnuniyetle yaparım elbette ama ille Hamlet’i oynayayım ya da ille Romeo ve Juliet’i yöneteyim diye bir derdim yok.
- Mutlaka oyunlaştırılması gerektiğini düşündüğünüz bir kitap var mı?
Onları ben oyunlaştırıyorum zaten. Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” adlı eserini “Bir Kış Öyküsü” adıyla müzikalleştirdim. 60 temsil kadar oynadı ve kıyamet koptu. Selçuk Yöntem başrolü oynadı. Müthiş bir kadrosu vardı. Nilgün Belgün, Bülent Kayabaş, Perihan Savaş, Emre Altuğ… Yakında Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda da oynanacak. Bu oyunu yeniden sahnelemek beni çok mutlu edecek.
- İşe bir de tam ters yönden bakalım. Tiyatro oyunlarının kitap olarak basılması pek yaygın bir uygulama değil ülkemizde. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Mitos Boyut yapıyordu bu işi. Benim “Kantocu” ve “Hisseli Harikalar Kumpanyası” oyunlarımı da kitaplaştırmıştı. Hatta bu alandaki çalışmaları için Afife Özel Ödülü’nü vermiştik. Bir ara müracaat edeceğim başka oyunlarımı da basması için çünkü bu metinler basılmazsa kayboluyor. Hatta biz oyunların arkalarına notalarını da bastık. Tiyatroya meraklı olanlar, okullar çok yararlanıyor bu kitaplardan.
- Yeniden “Anılar” kitabınıza dönelim isterseniz. Kitabınıza baktığınız zaman ne hissediyorsunuz?
O kitapta birkaç hayat var. Gençlere, tiyatroyu tanımaları için bu kitabı okumalarını öneriyorum. Ben orada yalnızca kendimden bahsetmiyorum çünkü, Türkiye’yi ve tiyatroyu da anlatıyorum. Bir de insanın kendi kendini eleştirebilmesi, kendi kendiyle alay edebilmesi gerekiyor. Bu kitapta ben onu yapıyorum. İnsan hatalarını da anlatabilmeli.
- Bu kitabın kapsadığı, yani 2001’e kadar olan süreçte Türkiye’de tiyatrolar açısından en iyi dönem ve en kötü dönem hangisiydi?
En kötü dönem şimdiki dönem. Tiyatroların kapatılacağı tehdidiyle karşı karşıya kalıyoruz sürekli. Ama garip bir şey söyleyeyim size: Tiyatroya hiç ilgi gösterilmeyen devir Ecevit’in devriydi. Sanatçı bir insandı ama tiyatroya gitmedi. Tiyatroya en çok ilgi gösterilen dönem ise Özal’ın dönemiydi. Belki Semra Hanım’ın da etkisiyle, Turgut Özal her oyunumuzu izledi, sahne arkasına gelip tebrik etti bizi. Süleyman Demirel bile geldi birkaç kez. Ama Ecevit’ten hiç böyle bir şey görmedik. Annesi de sanatçı olan bir insanın tiyatroya ilgi göstermesini beklerdik. O bakımdan ben çok alındım Ecevit’e. Bence sanat, siyasetin bir parçası olmalı. Sanat bir ülkeyi ülke yapan şeylerden biri.
- “Hisseli Harikalar Kumpanyası”, “Lüküs Hayat” gibi müzikallerle isminiz özdeşleşti. İyi bir müzikalin ortaya çıkması için ne gerekir?
Her şeyden önce metin önemli. Sonra elbette müzik. İyi müzikallere dikkat ederseniz, müziklerinin akılda kalıcı olduğunu görürsünüz. Ama müziği o noktaya metin getiriyor. Ve tabii çok iyi bir reji şart. Müzikalin hiç durmadan devam etmesi lazım, sahneler birbirine bağlı olmalı. Yarım saniyelik bir black-out bile seyirciyi havadan çıkarıyor. Ayrıca müzikallerde bazen şarkının konunun devamı olduğu unutuluyor. Sözün hemen arkasından gelmeli şarkı. Maalesef Türkiye’de çok yaygın bir yanlış bu. Müzikal bestecileri açısından da sıkıntı var. Mesela Kantocu, Bir Kış Öyküsü, Apmhytrion oyunlarının müziklerini yapan Serpil Günseli bence dünya çapında bir besteci. Ama Türkiye’de bazı şeyler kısıtlı olduğu için tanınmıyor yeterince.
- Geriye dönüp baktığınızda hayatınızda gördüğünüz kırılma noktaları nelerdir?
Kırılma noktası diye bir şey yok aslında. Ama babamın oyuncu olma isteğimi desteklemesi önemli mesela. Gerçi uygar bir adam olmasaydı, karşı çıksaydı ben yine oyuncu olurdum, çünkü köprüleri yakmıştım ama destek olması çok önemliydi. Daha sonraki dönemde, tiyatroyu kapatmamın ardından sıkıntı çektim. Dormen Tiyatrosu’nda yetişmiş oyuncular kendi tiyatrolarını kurdular ama bana iş vermediler. O dönemde karşıma Egemen Bostancı çıktı. O da benim ikinci şansım oldu. Birlikte bir müzikal yaptık, onun kazandığı başarı üzerine “Hisseli Harikalar Kumpanyası”nı yazmamı istedi. Çok başarılı bir müzikal oldu. Bunların dışında, 1973’ten itibaren televizyonda her hafta program yaptım. Kamera Arkası programı 8 yıl sürdü. Her hafta söyleşi programım vardı. Unutulanlar adlı programı yaptım. Eskilerin hatırlanmasını istiyorum. O yüzden Afife benim için çok önemli. Yapı Kredi Sigorta bir tiyatro kurmak istiyordu. Bana danışmanlık teklif ettiler. İlk toplantıda “Afife Jale için bir şey yapabilir miyiz” dedim. 17 yıldır Afife Ödülleri devam ediyor. Sonra Ödüller Banka’nın bünyesine geçti. Afife’nin isminin yaşaması beni çok mutlu ediyor. Ayrıca yine Yapı Kredi’yle Afife balesi yaptık ve Devlet Operası’na hediye ettik. Rusya’dan orkestra çağırıp Afife’nin CD’sini çıkarttık. İzmir’de Sahne Tozu adında bir özel tiyatro var. 4 yıldır onlar da ödül veriyorlar. Geçen yıl bu ödülün isminin de “Bedia Muvahhit Ödülü” olmasını önerdim. Bedia Hanım Atatürk’ün emriyle, resmi olarak sahneye çıkan ilk Müslüman kadın ve bu olay İzmir’de yaşandı. Dolayısıyla onun ismiyle bir ödül verilmesinden daha güzel bir şey olamaz.
“Hiç kimse için ‘kesinlikle oyuncu olmaz’ demem. Azimle, istekle, çalışmayla ve biraz da yeteneğiniz varsa mutlaka oyuncu olabilirsiniz. Yetenek son sırada. ‘Olmak ya da Olmak’ kitabımda da bunu anlatıyorum. Karar veriyorsan, köprüleri yakacaksın ve hedefe ulaşacaksın. Ben hayatım boyunca hep alkışlanmadım. Çok sıkıntı çektiğim günler oldu. Parasal sıkıntılar çok çektim. Bugünü nasıl geçireceğim diye düşündüğüm günler de çok oldu. Ama hiçbir zaman da pişman olmadım. Çünkü köprüleri yaktınız mı arkaya dönüp bakmayacaksınız.”
Remzi Kitap Gazetesi, Temmuz 2013