“Dışarıdakihavanınısınmasıyadaçeşitlibedenselfaaliyetlersonucundavücutısısınınartmasıylagözeneklerdençıkansıvı.” İsterseniz birkaç kez daha okuyun. Cevabı aslında çok kolay. Türkçede sadece üç harften oluşan bir sözcük.
Söyleyeyim mi artık? Elbette ki “ter”.
Bundan yıllar önce sevgili hocam Mehmet Rifat bir gün derste buna benzer cümleler kurmuştu. Bizi birden upuzun bir sözcük silsilesiyle karşı karşıya getirmiş, bu örnekten çıkarmamız gereken dersi aslında altın tepside önümüze koymuştu da biz daha farkında değildik.
Bu öyküdeki kilit nokta şu: Yukarıda yazan tanım/sözcük (tabii ifade yüzde yüz böyle olmayabilir, çok zaman geçti üzerinden ama ana fikrin bu olduğu kesin), Eskimo-Aleut dilinde “ter” anlamına geliyor(muş). Bizim üç harfle anlattığımız şeyi adamlar neden destan gibi yazıyorlar demeyin sakın, nereden bilsinler teri? Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde oluk oluk akıttığımız, hele İstanbul gibi nem şampiyonu yerlerde kovalarca döktüğümüz ter, Kuzey Kutbu’nda kısa ve özel bir isim vermeye gerek duyulmayacak kadar acayip bir şey. İsimlendirilemez, ancak tanımlanabilir.
Ama Eskimo-Aleut dillerinde (kaynaklara göre değişiklik göstermekle birlikte), “kar”ın birbirinden farklı hallerini anlatmak için 20 ila 35 ayrı sözcük kullanılıyor. Türkçede ise bu sayının 10’u bulacağından şüpheliyim.
Mehmet Rifat o gün bize 10 tane kuram kitabı okusak bu kadar net anlayamayacağımız bir ders vermişti. Bana kalırsa “Bugünlük bu kadar” deyip dersi ilk 5 dakikada bitirse bile olurdu. Çünkü o ders amacına ulaşmış, aradan geçen 15 yıldan uzun sürede unutulmamayı başarmıştı.
Bir de diğer taraftan bakalım: Bizde kahvenin pek çok farklı çeşidi vardır. (Burada bahsettiğim kahve tabii ki endüstriyel hazır kahveler değil, servisi biraz gecikirse “taaa Yemen’den gelen”, bir türlü kabarmak bilmezse “dibine değirmen taşı düşen”, icabında “40 yıl hatırı olan” kahve.) Örneğin süvari kahvesi, kül kahvesi, sakızlı kahve, tiryaki kahvesi, çocuk kahvesi, cilveli kahve, az şekerli kahve, açık sade, koyu sade, orta kahve, şekerli kahve, bol şekerli kahve, sütlü kahve, mırra vb. Bu listeyi daha da uzatabilecekler vardır mutlaka ama benden şimdilik bu kadar. Bu kahve kültürünü bir Amerikalıya nasıl anlatırsınız örneğin? Ya da hap gibi yalayıp yuttuğumuz dolmaları anlatmak için “biberiniçinedolduruluppişirilmişpirinçkıymasoğanmaydanozçeşitlibaharatlar” demek zorunda kaldınız mı hiç?
Yanıtınız evet ise zenginliklerin farkındasınız demektir, kutlarım.
Hayır efendim, bu iş o kadar da kolay değil
“Bu yazının mesajını aldık, artık dağılabiliriz gençler” diyorsanız birkaç dakika daha beklemenizi rica edeceğim. Zenginliklerin farkında olmak güzel de bu konuda ne yapacağız peki? Çünkü birilerinin çevirdiği bütün o “Dışarıdakihavanınısınmasıyadaçeşitlibedenselfaaliyetlersonucundavücutısısının-artmasıylagözeneklerdençıkansıvı”ları, sıradan, dümdüz, kişiliksiz “one coffee, make it black”leri, Japonya’nın göbeğinde konuşan iki kişinin ağzından çıkan “inşallah, maşallah”ları, bir efsane gibi dilden dile dolaşan “Robinson namazlarını” ne yapacağız? “İş bulamadım, çeviri yapayım bari dedim” diyen, diyebilen birileri de var bu ülkede. Ve işte onlar “ter” diyemiyorlar mesela, Allah ile Tanrı’nın neden aynı bağlamda kullanılAmayabileceğini bilmiyorlar. Dahası, bilmemek onları rahatsız etmiyor. Ve birileri de bu çevirmenleri okuyor. Belki siz okumuyorsunuz, belki eşiniz dostunuz da okumuyor ama birileri okuyor.
Frankfurt Havaalanı’nda bir an
Yıllar önce iki günlüğüne Finlandiya’ya gitmiştim. İlk kez yurtdışına çıkıyordum. Üstelik gittiğim yer hakkında pek az şey biliyordum. Helsinki’ye vardığım gecenin ertesi sabahında erkenden uyanıp sokakları keşfe çıktım. İnsanlar da tembel miydi neydi? Saat 9’da hâlâ çoğu dükkan kapalıydı. Sadece uykusuz anneler bebek arabalarıyla sokaklarda dolaşıyorlardı. Her yer açılana kadar saat 10 oldu. Sonra da akşamüzeri 4’te herkes paydos etti. O ülkenin sokaklarında insanlar sigaralarını sokaklarda değil, sık aralıklarla oluşturulmuş parklarda içip izmaritleri en azından kolay toplanabilecek yerlere atıyorlardı. 1930’larda ülkelerini işgal etmiş olan Ruslara dair hediyelik eşyalar satıyorlardı. Neredeyse kusursuz İngilizce konuşuyorlardı. Tarihi ve turistik mekanlara ne abartılı bir saygı gösteriyor ne de gereksiz bir kabalıkla davranıyorlardı. Açıkçası hiçbir kilisenin duvarında “Sauli buradaydı” gibi bir yazı görmedim. Dahasını da söyleyeyim: Yaya geçidini kullanarak karşıya geçmeye niyetlendim de araba durup bana yol verdi. Yaşadığım şaşkınlığı anlatmama bilmem gerek var mı? Her gün yaya geçitlerinde mecburen cambazlık yapan sizler bunu anlarsınız elbette. Peki ya bir Finli?
Dönüşte Frankfurt Havaalanı’nda aktarma olacaktı, bekleme salonuna giden turnikelerde gördüğüm yaşlıca bir Türk çift, dünyaya döndüğümün kanıtıydı. Hallerine ve yaşlarına bakılırsa en az 30 yıldır oradaydılar ama Almanca bilmiyorlardı. Ve amca, kendilerini turnikelerde durdurup bir soru soran Alman güvenlik görevlisi kadına Türkçe bir şeyler söyledi, sonra da “Bilmiyorum ben Almanca!” diyerek turnikelerden geçiverdi. “Gurbetçiler”e alışkın olan görevli ise sesini çıkarmadı.
Şimdi bu sahneyi bir yabancının izlediğini düşünün. Bir yaşlı adam, görevli bir kadına anlaşılmayan bir dilde bağırıyor. Kadın gıkını bile çıkarmıyor. Adam karısını da alıp gidiyor. İşte size sıradan, dümdüz bir çeviri. Beğendiniz mi? O zaman her köşede karşınıza çıkan sözlük-çevirilerini okumaya devam edin.
Dipnot sorunu
Bir de Peter Carey gibi yazarlar var. Ülkelerinin ve dillerinin kültürel öğelerini yoğun biçimde yazılarına yansıtan, kitabı çevirmeden önce okumak için bile yoğun emek gerektiren, “Burası nasıl çevrilecek şimdi?” diye insanı kara kara düşündürten yazarlar bunlar. (Bu mücadelenin verdiği müthiş haz olmasa gerçekten çekilecek iş değil.) Bu yazarları dilimize aktarırken okura ne kadar ipucu vereceğiz? Karşımıza çıkan her sıra dışı bilgide ya da sözcükte dipnot düşüp okuru bunaltacak mıyız? Yoksa sadece erişilmesi en zor olan bilgileri mi hazır sunacağız? Kitapta adı geçen ama pek tanınmayan her tarihsel kişiyi açıklayacak mıyız? Bunların hepsi, çevirmenin alması gereken kararlar. Ama kilit nokta, okura aptal muamelesi yapmamak. Öte yandan da onu bilinmezlerin ortasında yapayalnız bırakmamak.
Şöyle bir örnek vereyim: Bir kitapta Marie Antoinette’ten söz ediliyorsa bunun için bir dipnot düşmek gerekli değildir. Ama Afrika’nın filanca kabilesindeki bir tören sırasında yapılan belirli bir hareketin anlamı metin içinde verilmemişse dipnot düşülmesi mantıklı olabilir. Kısacası bu, çevirmenin dikkatle gözetmesi gereken bir çizgi. Hangi yana geçileceğine karar verme her zaman kolay değil. Ama ölçüt her zamanki gibi “açıklanabilirlik.” Birkaç yıl önce Cemal Yardımcı’yla son Georges Perec çevirisi (dipnotlara boğulmamış bir çeviriydi – ki istese sayfaların yarısından fazlasını dipnotla doldurabilirdi) üzerine yaptığımız bir söyleşide, çevirisinde “açıklayamayacağı tek bir sözcük bile olmadığını” söylemişti. Okur olarak beklediğimiz, çevirmen olarak hedeflediğimiz nokta bu olmalı bana kalırsa.
Döne dolaşa nereye geldik?
Eskimolarla başlayıp Finliler, Almanya, eski nesil “gurbetçi” Türkler, Peter Carey, Marie Antoinette, Afrika, Perec ve Yardımcı güzergahında süregelen bu yazıda durak sayısı çok ama sonuç karmaşık değil. Kültür, dilin hem annesi hem çocuğu. Birbirini besleyen bu iki kavram/olgu birlikte gelişiyor ya da birlikte tükeniyor. Yeryüzünden silinen toplulukların/kültürlerin dilleri de beraberlerinde yok olup gidiyor. Dil, kültürle birlikte evriliyor. Dolayısıyla, karşılıklılık esasına dayalı bu ilişkiyi aktarırken iki öğeden birini dışarıda bırakmak doğru değil. Aksi takdirde bu, Finlandiya’da yaşayıp taş katedrallerin duvarlarına anahtar ucuyla isim kazımak gibi bir şey olur.
Öte yandan, kültürün dille bağını kutsallaştırıp her noktayı bire bir çevirmek, tam bir sözlük-çevirisi yapmak da doğru değil. Bu da Peter Carey’nin kullandığı bir aborijin terimini hiçbir ipucu vermeden, açıklama yapmadan aynen bırakıp okuru boşlukta sallandırmak gibi bir şey.
Oysa okurun çevirmenin kılavuzluğuna ihtiyacı var. Dengede durmak için, dilin temelinde yer alan iletişim duygusunu hissedebilmek için. Yoksa dil neye yarar ki?
Akşit Göktürk, “Çeviri: Dillerin Dili” kitabında şöyle diyor: “Anlamın yabancı bir dilden tanıdık bir dile aktarılması değildir çeviri yalnız. Her dil, belli bir kültürün göstergeler dizgesiyle, belli uzlaşımlar, töreler, davranışlar, değer ölçüleriyle, kısacası somut insan yaşamıyla içiçedir. … Başka dillerin tanımladığı başka dünyaların tanıtılmasıdır çeviri bu yönüyle.”
İşte size çeviride kültürün tanımı. Ya da Frankfurt Havaalanı’ndaki turnikeler. Görevliyle layıkıyla anlaşıp geçecek misiniz, kalacak mısınız? Yani çeviriniz kültür soslu mu olacak, yoksa kültür şoklu mu?
Çevirmeninizi iyi seçiniz, seçtiğiniz zaman da sevip kollayınız.
Kırtipil Dergisi, Aralık 2012