“Kader” ve “Europa” gibi kitapları Türkçeye de çevrilmiş olan yazar, çevirmen, akademisyen Tim Parks’ın 25 Nisan’da “The Observer”da yayımlanan “Çevirmenler Biraz Takdir Görmeyi Neden Hak Eder?” başlıklı makalesini okudum birkaç gün önce. Bazı konularda farklı görüşlerde olsam da bu makale aslında neredeyse iki yıldır anlatmaya çalıştıklarımın bir özeti gibi.
***
“Çevirmenlerin, yani pek çok yazarın dünya çapındaki başarılarının ardında duran, az para kazanan ve tanınmayan kahramanların hakkını verme zamanı geldi. …
Çevirmen işini yapıp ortadan kaybolmalıdır. Büyük, karizmatik, yaratıcı yazar ise dünyanın her yerinde var olmak ister. Okurlarının çoğunun aslında kendisini okuyor olmadığı gerçeği ise, kabullenmeyi isteyeceği en son şeydir.
Bu yazarın okurları da aynı duyguları paylaşır. … Okudukları düzyazının Bremen’deki küçük bir evde ya da Osaka’nın banliyölerindeki yüksek bir binanın bir dairesinde, ancak hayatta kalmayı sağlayabilecek kadar bir ücret karşılığında yazıldığını bilmek istemezler.”
Burada biraz duralım. Elbette çevirmen, yazının olmazsa olmazı. “Çevirmen egosu” dediğimiz şey de bu zaten. Ama egosunu kontrol altına al(a)mayan kişi, çevirmen değil, bir “yazarlık heveslisi” olmaz mı?
***
Birkaç paragraf atlayıp devam edelim. “Çeviri, üslubunun banalleştirilmesinden kaygılanan Kundera için daha da büyük bir sorun. ‘Testaments Betrayed’ [‘Saptırılmış Vasiyetler’, çev. Özdemir İnce, Can Sanat Yayınları] adlı kitabında Kundera, öfke içinde, çevirmenin üstündeki ‘en yüksek otoritenin, yazarın kişisel üslubu olması gerektiğini’ söylüyor. ‘Oysa çevirmenlerin çoğu başka bir otoriteye, geleneksel iyi Fransızca ya da Almanca ya da İtalyanca anlatımın otoritesine boyun eğiyorlar’.”
İşte çevirinin hiç bitmeyen ikilemi… Dili mi koruyacağız, yoksa üslubu mu? Açıkçası ben bu ikilemi, çevirinin değerini düşüren unsurlardan biri olarak görüyorum. Çünkü bu soruyu ortaya attığınız anda şunu da kabul etmiş oluyorsunuz: Hem iyi bir çeviri dili oluşturmak hem de yazarın üslubunu korumak mümkün değildir. Neden kendimizi sürekli bir “çevrilemezlik” çıkmazına sokuyoruz? Elbette bir şeylerden fedakârlık yapılacaktır. Ama daha önce de birkaç kez söylediğimiz gibi, çeviri neyi, ne kadar feda edeceğini bilmek demek değil midir?
***
“[Çevirmen] Her cümlede, yazara duyduğu sadık saygıyla, en ustaca yaratıcılığını bir araya getirmek zorundadır. Pisa Kulesi’ni alıp Manhattan’ın merkezine yerleştirdiğinizi ve herkesi kulenin doğru yerde olduğuna ikna ettiğinizi bir düşünün; işte yapılan iş budur.”
Ne güzel bir benzetme! Gerçekten de yaptığımız iş bu. Bambaşka bir dilden, kültürden gelen bir eseri özümsüyor, yeniden canlandırıyor, kendi dünyamızın ortasına bırakıveriyoruz. Ve diyoruz ki “İşte, Dostoyevski’yi getirdim size. Burası artık onun toprağı.”
***
“Elbette ki çevirmen yetersizse, aktarım sorunları yaşanacaktır (içerik var, ama üslup yok) ya da düzyazı akıcı, fakat yanlış olacaktır (üslup var, ama içerik yok). Başarılı –yani asıl metni en iyi anlayan ve kendi dilinde en geniş kaynaklara sahip olan- çevirmen, üslup ve içeriği, asıl modele şaşılacak derecede sadık kalan yepyeni bir şeyde bir araya getirir.”
Ve her zaman söylediğimiz gibi, yetersiz çevirmenleri elemek okurların ve yayınevlerinin işidir.
***
Son sözler: “Her neslin kendi çevirmenlerine ihtiyacı vardır. İyi bir edebiyat eserinin güncellenmesine asla gerek olmaz; oysa bir çeviri, ne kadara harika olursa olsun, tozlanır. … Büyük eserlere dönmeli, bunları bugün kullandığımız dile dönüştürmeliyiz. Bunu yapabilmek için de taze zihinlere ve seslere ihtiyacımız var.”
Darwin’in “doğal seçilim” kuramını anımsayalım. Yaşamın çarkları içinde, sadece en uygun olanlar hayatta kalacaktır. Çeviride “doğal” bir seçilimden değil ama “bilinçli” bir seçilimden söz etmek mümkün. Bunun farkına varabilmemiz dileğiyle…
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Haziran 2010