Çocukluk anılarımı yokladığım zaman, sokaklarda, bahçelerde yaptığımız haylazlıkların, bisiklet tepesindeki cambazlıklarımızın yanında, annemin öğle saatlerinde zorunlu tuttuğu bir saatlik okuma molalarını da anımsıyorum. Bazen ağabeyimle oyundan yorgun düşer, uyuyakalırdık ama başucumuzda hep birer kitap olurdu. Bu, sadece bir zorunluluk da değildi aslında. Anne-babamızı okurken gören, onlara özenen şanslı çocuklardık bizler.
Geçenlerde birkaç arkadaşımla sohbet ederken laf döndü dolaştı, okuma alışkanlığının kazanıldığı çocukluk yıllarımıza geldi. Bir arkadaşım Altın Kitaplar’ın yayımladığı çocuk romanlarını anımsatınca, o ciltlerin kokusu burnuma geldi, içime bir huzur doldu.
“2 Yıl Okul Tatili”, “Küçük Kadınlar”, “Sirk Köpeği”, “Polyanna”, “Monte Kristo” ve daha pek çok kitabımız vardı. Hepsi de Altın Kitaplar’dan çıkmıştı. Biz gençlik edebiyatına geçtiğimiz zaman, bu kitaplar da kardeşlerime kaldı. Onlar da okumanın tadını bu romanlarla aldılar. Doğum günlerimizde bize genellikle kitap armağan edildi. Ve bugünkü çocukların aksine, gelen her kitaba sevindik biz.
***
Geçtiğimiz hafta çocuk kitaplarımızı çıkardım raflardan, anılarımla birlikte. Ciltleri kokladım. 1978 yılından 1983’e kadar uzanan bir zaman dilimi karşımda duruyordu. O zamanlar dikkat etmediğim çevirmen isimlerine baktım. Ağırlıklı olarak Nihal Önol ve Gülten Suveren isimlerini gördüm. Daniel Defoe’nun kitabının kapakta “Robinson Krusoe”, içeride ise “Robinson Crusoe” olarak yazıldığını görüp gülümsedim.
Bazı kitaplarda yabancı isimler oldukları gibi bırakılmış, bazılarında dipnotlarla telaffuzları açıklanmıştı. Jack London’ın “Sirk Köpeği” romanında ise isimler Türkçe okunduğu gibi yazılmıştı. Şimdi gözüme çok tuhaf görünen Maykıl Öjeni, Dag Dotri gibi isimler, o dönemde okumamı epey kolaylaştırmış olmalıydı.
Üstünkörü bir okuma yaptığımda, çevirilerin bazı bölümlerinde yüzümü hafifçe buruşturduğum da oldu elbette. Ama genel anlamda, bu kitapların hiçbiri beni “okuma uğraşı”ndan soğutacak kadar kötü değildi. Bugün ise oğlumun kitaplığına baktığımda, yarım bırakmak zorunda kaldığımız pek çok kitap olduğunu görüyorum.
***
Nedense bizde çocuk kitaplarının yazımı ya da çevirisi çok kolay zannediliyor. Oysa dili kullanma alışkanlığımızın temeli çocukken atılıyor. Ailemiz, çevremiz, okuduklarımız bizi dil açısından zenginleştiriyor ya da yoksullaştırıyor. Zaman içinde, çevremize, arkadaşlarımıza, yaş grubumuza ve ruhsal durumumuza göre sözcüklerimiz değişse bile, dilimiz özünü koruyor.
İşte bu dilin oluşmasında, çocuk kitaplarını çevirenler de büyük rol oynuyor. Kitaplar, taptaze bir beynin dil algısını, kavrayışını, kullanımını etkiliyor. Çocuklukta öğrenilen sözcükler kolay unutulmuyor. Kelime dağarcığı dediğimiz birikimin temeli atılırken, adeta bir kısır döngüye girmiş gibi sınırlı sayıda sözcükle dert anlatan çocuklar, yetişkin olduklarında bu döngüyü çok zor kırıyor. Oysa dil yaşıyor, sürekli evriliyor. Sözcüklerin peşine bir kez düştü mü insan, devamı geliyor. İşte bu nedenle, çocuk kitabı çevirmek de en az bir “çok satan” ya da “klasik” çevirmek kadar ciddiye alınması gereken bir iş.
***
Bizim çocukluğumuzda güvenilir kitaplar yayımlayan belli başlı yayınevleri vardı. Bugün ise hem yayınevi sayısı çok daha fazla hem de çeviri eser sayısı. Bu durumda ailelere büyük görev düşüyor.
Çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak isteyen anne-babaların yayınevlerini, çevirmenleri ve içerikleri çok dikkatli seçmeleri gerekiyor. Yetişkinleri bile okumaktan soğutacak kadar kötü çeviriler varken, çocukları bu kitaplardan korumak şart oluyor.
Çocuk kitaplarının çevirilerini yeterince ciddiye almayan bazı yayınevleri, kitaplara çevirmen ismi eklemeye bile gerek duymazken, Gülten Suveren ve Nihal Önol, bütün hataları ve başarılarıyla, belleğimdeki en güzel yılların gizli kahramanları olarak yaşamaya devam ediyor.
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Ekim 2009