İnsan kendi içinde bir dünyacık. Bir tür mikrokozmos. Kitaplardaki dünya ise bu mikrokozmosun da mikrokozmosu. Ve her kitabın içinde başka başka minyatür mikrokozmoslar. Kısacası, matruşka bebekleri gibi iç içeyiz hayatla, kendimizle, kitaplarla…
Bu süreçte geri alamadığımız bir şey var: yaşlanmak. Bedenimizin yaşlanmasına engel olamadığımız gibi, kitaplarımızın yaşlanmasına, yani ciltlerinin bozulmasına, sayfalarının sararmasına, hatta yırtılmasına da engel olamıyoruz. Dahası, kitaplarımızın sayfaları gibi içeriği de eskiyebiliyor. Kabul edelim artık, her şey yaşlanıyor.
Bu aralar ben de kendimi epeyce yaşlanmış hissediyorum. Üstelik tam da bu dönemde epeyce yaşlanmış bir kitabı okuyorum: “İsa Bu Köye Uğramadı”. Yazar Carlo Levi, fiziksel özellikleriyle bana Georges Perec’i çağrıştıran, sıra dışı yaşam öyküsü ve faşizme karşı duruşunu öğrendikten sonra da hepten hayranlık duyduğum bir isim. “İsa Bu Köye Uğramadı”, Levi’nin 1930’larda faşist iktidar tarafından sürgüne gönderildiği köyde yaşadıklarının romanlaştırılmış hali.
Ama bu kitap çok daha fazlasını yapabilirdi. İnsanı alt üst edebilirdi mesela. Sabahattin Eyüboğlu çevirisine rağmen bunu yapamıyor. Neden? Çünkü çeviriye 1961’den beri hiç dokunulmamış. Şöyle özetleyeyim: Kitabın yazılış tarihi 1945 (İtalyanca aslı: Cristo si è fermato a Eboli). Türkçeye ilk olarak 1961’de Remzi Kitabevi tarafından, Fransızcadan yapılmış Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle aktarılmış. Yıllar sonra, Ekim 2009’da Helikopter (Kitap Yayınevi bünyesinde) Eyüboğlu çevirisini yeniden basmış. Hatta kitabın künyesine şöyle bir not düşmüş: “Çeviri, bu baskı için Defne Kut tarafından İtalyanca aslı ile karşılaştırılıp gözden geçirilmiş, ayrıca Calvino ile Sartre’ın yazılarının çevirileri de yine Defne Kut tarafından yapılmıştır.”
Heyecanla kitabı açıp okumaya başladım. Ama çok geçmeden, okuduğum metnin pek de “gözden geçirilmiş” olmadığını gördüm. Dil, 1960’ların Türkçesiydi. Bir cümleyle örnek vereyim: “Ben hayır demiştim ama inanmamış ve kardeşinin posta sansürü yoluyla bu noktayı incelemiş olsa gerektir.” (Helikopter, s. 56) Bir sahaftan Remzi Kitabevi’nin 1961’de bastığı kitabı bulup karşılaştırmalı okumaya başladım. Bir de baktım cümle bu basımda da aynıydı (Remzi, s. 47). Üstelik eski basımdaki yazım hataları bile büyük ölçüde korunmuştu! “Gelmiyecek” gibi kullanımlar da yaygındı. Tek tek örnekler vermek uzun sürecektir. Size kısaca, iki metin arasındaki farkın epeyce az olduğunu söyleyebilirim.
Yayınevleri ile çevirmen arasındaki çeviri sözleşmeleri belirli süreleri kapsıyor. Örneğin 20 yıllık bir sözleşme söz konusuysa, sözleşme tarihinden 20 yıl sonra çeviri serbest kalıyor ve çevirmen eserin Türkçesinin basım haklarını istediği yayınevine verebiliyor. Helikopter de Eyüboğlu çevirisinin haklarını çevirmenin varislerinden alarak bu kitabı basmış. Basmasına basmış ama çeviriyi güncelleyememiş. Belki Eyüboğlu’nun anısına saygıdan pek dokunmamıştır Defne Kut. Ama bence bu şekilde daha büyük bir hata yapılmış, yeni nesil Sabahattin Eyüboğlu’nu böyle tanımamalı. Eskiler arada elden geçirilmeli, yenilenmeli, ruhunu koruyarak hafif bir makyajla desteklenmeli. Çünkü hiçbir şey zamana direnemiyor.
Helikopter çok sevdiğim bir yayınevi. Bugüne dek William Blake’ten Herman Melville’e, Robert Musil’den Voltaire’e kadar pek çok kitap yayımladılar. Üstelik çoğu yayınevinin cesaret edemediğini yapıp, yüksek kaliteli kağıtlara yüksek maliyetli baskılar yaptılar. “Prestij kitapları” diyebileceğimiz türden kitaplar hazırladılar. Ama kitabın baskı kalitesi yetmez. Gönül isterdi ki Helikopter Carlo Levi çevirisini dikkatle baştan sona gözden geçirsin, bugüne taşısın, gençlerle paylaşsın ya da Eyüboğlu çevirisine duyulan saygımız bir yana, genç bir çevirmene bu sorumluluğu versin. İkisi de olmayınca insanın canı sıkılıyor doğrusu. Yaşlanıyoruz, her şey yaşlanıyor. Biraz gençlik aşısı lütfen!
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Eylül 2012