Çeviri sözkonusu olduğunda (hocalarımı hayal kırıklığına uğratma pahasına) sezgiyi çok önemsiyorum. Herhangi bir çeviri kuramından çok daha fazlasını çeviri sürecinde öğrenebileceğimize inanıyorum. Dolayısıyla ben bu yolu tercih ettim. Elbette sezgi derken “yüreğinin götürdüğü sözcüğe git” demek istemiyorum. O sezginin ardında bir birikim, deneyim, kavrayış oluyor çoğu zaman. İnsanın içinden bir ses, “burada bunu söylüyor olamaz, başka bir anlamı olmalı” diyor ve birazcık eşeleyince, birazcık araştırınca o aradığınız anlam ortaya çıkıyor.
Fakat ne yalan söyleyeyim, yazarken insanın içinden yükselen sezginin başka bir rotası, başka bir heyecanı varmış. Çünkü orada yanılma payı çok daha yüksek. Çünkü orası sınırlarını sizin belirlediğiniz (ya da öyle sandığınız) bir alan. Çünkü orada başka bir kaynaktan gelen ipuçlarından faydalanamıyorsunuz. Bunu da aslında Kültür & Tarih Sohbetleri’nin Utku Özmakas’la yaptığı Machiavelli programını dinlerken fark ettim. (İzlemek isteyenler için de YouTube kaydı burada.)
Bütün bunların Ekrem König’le ne alakası var? Anlatayım.
Kitabı yazmaya başladığım sırada eşim İbn Haldun’un Mukaddime’sini okuyordu. Kendisinin harika bir alışkanlığı var: Hangi kitabı okursa okusun beğendiği yerlerin altını çiziyor, notlar alıyor, çok etkilendiği kısımları ise benimle paylaşıyor. Mukaddime’de o kadar fazla yerin altı çiziliydi ki içlerinden seçerek okumak zorunda kaldım, yoksa bütün kitabı okumam gerekecekti. Okurken de sürekli olarak birbirimize “Bu König’e ne kadar uygun, şurası sanki bu adamın yaptıklarını anlatıyor” deyip duruyorduk. Kitabı kurgularken belki de Mukaddime König’in başucu kitaplarından biri olabilir diye düşündük.
Bu arada ben de bir yandan Machiavelli’nin Prens’ini okuyordum. Tabii ki aynı niyetle. Biri Doğu’dan biri Batı’dan iki adam ve ikisinin de söyledikleri kitaptaki olaya çok uygundu (biz öyle sanıyorduk).
Bu süreçte bir yandan da König üzerinde, yani bir karakter olarak König üzerinde çalışmaya devam ediyordum. Ve zaman içinde anladım ki bu karakterde Doğu’ya yer yoktu. Bu yüzden İbn Haldun’u devreden çıkardım. Bir süre sonra, tamamen sezgisel olarak bir şeyi daha fark ettim: Bu karakterde kitaba da yer yoktu! Menfaat-iktidar-ikbal mekanizmalarının işleyişini (yıllar içinde birikmiş ve kolektif hale gelmiş bilgi ve deneyim sayesinde) kitap olmadan da çözebilen, kişisel çıkarlarını entelektüel birikime ya da bir yol göstericiye gerek kalmadan kollayabilecek bir adam vardı karşımda. Bunu sezdiğim anda Machiavelli’yi de rafa kaldırdım.
Tamamen sezgiyle aldığım bu son kararın ne kadar doğru olduğunu, Machiavelli’yi ne kadar yanlış tanıdığımı da işte bu podcast’le anladım. Karaktere yakıştıramadığım kitabı zaten ben de çok yüzeysel olarak biliyormuşum. Bu da bir itiraf olarak kayıtlara geçsin!