15 yıl kadar önceydi. Üniversiteyi bitireli bir yıl olmuştu. Genç işsizler ordusunun onurlu bir neferi olarak iş görüşmelerine gidiyordum. İngiliz Konsolosluğu’nun yazışma ve çeviri yapabilecek bir Türk çalışan aradığını öğrenince hemen randevu alıp gittim. Ne de olsa şakır şakır İngilizce konuşuyordum, gençtim, bilgisayar kullanıyordum, “prezantabl”dım, Fransızcam henüz körelmemişti vesaire… İş kesin benim olacaktı. Sıramı beklerken elimde “ahlaka mugayir”, “muzır” bir kitap vardı. Daha yeni başlamıştım ama elimden bırakmak istemiyordum. Sonra adım okundu ve kitabı çantama atıp mülakata girdim.
Mülakatın ardından birkaç adayla birlikte “klavye sınavı”na alındım. Bizi bilgisayar klavyelerinin başına oturtup dakikada kaç vuruş yazabildiğimize baktılar. Sanki mahkemeye zabıt kâtibi arıyorlardı! Öyle böyle derken sınav bitti. Eve dönerken elimde yine o kitap vardı ve günümü güzelleştirmişti.
Rekin Teksoy ve “Decameron” ile işte böyle bir günde tanışmıştım (Oğlak Yayınları, İstanbul, 1996). Aradan yıllar geçti ve ben kitaba bir daha hiç dokunmadım. Bugüne kadar… O güzelim iki cildi bugün yine elime aldım, kapaklarındaki 1492 tarihli ağaç oyma çizimlere bakıp gülümsedim. Sonra Rekin Teksoy’un önsözünü bir kez daha okudum.
Giovanni Boccaccio’nun 14. yüzyılda yazdığı bu kitabın en önemli özelliği, düzyazı olmasına karşın İtalyancanın kullanılması. Çünkü o dönemde İtalya’da düzyazı dili Latince. Kitabın Türkçeye çevrilmesi önerisini getiren ise tanıdık bir isim: Erdal Öz. Ama “Decameron” Türkiye’de zaten basılmış. Rekin Teksoy, bir karar vermeden önce bu çevirileri okumaya karar vermiş. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın Almanca baskıdan yaptığı, 1968 tarihli (Rek-Tur Kitap Servisi, İstanbul), sözde “tam” ama aslında eksik ve sansürlü çevirinin önsözünde şöyle diyormuş Irmak: “Bu devir, (ortaçağın sonunu vurguluyor çevirmen) anlaşılmalıdır ki, büyük Fatih’in İstanbul’u alarak dünyaya açtığı yeni ve aydın ufukların manası daha iyi anlaşılsın. Onun içindir ki, İstanbul’un fethi bir Feth-i Mübin, kutsal fetihtir.” Siyasetin gölgesindeki edebiyata alışkınız elbette ama bu kadar uç, bu kadar acayip bir açıklama insanın sinirini bozuyor doğrusu.
İkinci çeviri ise Dr. Feridun Timur’a aitmiş (Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1984) ve bu da atlamalarla, dahası eklemelerle dolu bir çeviriymiş. Bu iki çevirinin dışında, Sabiha Zekeriya Sertel’in yayımladığı “İtalyan Hikâyeleri” kitabında Halikarnas Balıkçısı’nın çevirisiyle iki “Decameron” öyküsü yayımlanmış.
Bunları gören Rekin Teksoy, Erdal Öz’e hak verip çeviriye başlamış. (Üstelik iyi ki o dönemde çevrilmiş bu kitap. Bugün olsa mahkemeye düşebilirdi!) İki yıl kadar sürmüş çeviri… Teksoy kitabın sadece İtalyanca baskısını değil, Fransızca ve İngilizce çevirilerini de kullanmış. Yaptığı işi şöyle özetliyor önsözde: “Boccaccio’nun her sözcüğünü değil, ama her dediğini titizlikle aktarmaya, Boccaccio’ya demediği şeyler dedirtmemeye özen gösterdim. … Yine de Boccaccio’nun dilindeki ünlü deyişin [Traduttore traditore: çevirmen haindir] bu çeviri için de geçerli olmayacağını öne sürmenin, ‘Decameron’un birinci gününün ilk öyküsündeki deyişle ‘böbürlenme günahı işlemek’ anlamına geleceğini biliyorum. Buna karşılık, alçakgönüllülüğü bir yana bırakıp, Türkçe ‘Decameron’un ‘ihanetinin’ büyük Boccaccio’nun satırlarından fışkıran hoşgörünün sınırlarının çok gerisinde kaldığını söyleyebilirim.”
Şimdi siz söyleyin, Rekin Teksoy’a hayran olmakta haksız mıyım? Bu arada Pavese’yi, Dante’yi, Calvino’yu, Kundera’yı, Fallaci’yi, Machiavelli’yi ve başka pek çok yazarı da onun aracılığıyla okuduğunuzu hatırlatayım. Mayıs ayında kaybettik Teksoy’u; nur içinde yatsın.
Meraklısına not: Konsolosluktaki işe alınmamıştım.
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Temmuz 2012