Sanırım bundan 15 yıl kadar önceydi. Yazılıp da gitmeyeceğim spor salonlarından ilkine kaydımı yaptırmış, hevesle derse girmiştim. Tae Bo yapacağız dediler. Tamam, yapalım. Ben ne bileyim Tae Bo dedikleri şeyin öldürücü bir tempoda aerobik-tekvando karışımı bir şey olduğunu? Zaten fosur fosur sigara içiyorum, yürüyüş dışında hiçbir spor aktivitem yok, üstelik de Hashimoto hastasıyım. Dilimin dışarı sarkması 10 dakika sürmedi tabii. Ama azimle devam ettim. Ders bitti, hoca “Hadi şimdi oturup gözlerimizi kapatalım, meditasyon yapalım” dedi. Meditasyon mu? Gözlerimizi kapatıp kendimizi en sevdiğimiz rengin kucağına bırakacakmışız. Terden perişan olmuş 20 kadar kadınla aynı odadayım. Nefesim kesilmiş, iliğim kemiğim kurumuş, mekan havasız, gözlerimi kapatıp başka diyarlara gideceğim öyle mi? Tabii ki o salona son gidişim oldu. O günden beri ne zaman meditasyon, yoga filan dense o ânı yeniden yaşarım.
Hepsi bu kadar da değil. “Sevgi içimizde”, “enerjini yükselt”, “Merkür retrosuna girdik” gibi cümlelerle de mütemadiyen dalga geçerim. Sevgi kadar nefret de içimizde güzel kardeşim. Onu ne yapacağız? Her gün dünya kadar yol gidip işyerine ulaş, bütün gün durmamacasına çalış, aynı yoldan eve dön, evdeki işlerle uğraş, ne enerjisi? Üstelik ne zaman Merkür retrosuna girsek aslında o bize giriyor gibi sanki, ne dersin?
Yanlış anlaşılmasın; insanın içsel yolculuğunun çok önemli ve çok değerli bir süreç olduğunu düşünüyorum. Çünkü hümanizme, yani “insacı”lığa, yani insan-merkezciliğe şiddetle karşıyım. Bu dünya bizim değil. Bu dünyanın içindeki minicik hayat kırıntılarıyız, bütünün bir parçasıyız ve makro seviyede o kadar da mühim değiliz açıkçası. Kendi dünyalarımızda, yani mikro ölçekte tabii ki kendimizden sorumluyuz; kendimizi dinlemekten, anlamaktan, tedavi etmekten, tekamül ettirmekten. Fakat bunu yapabilmek için toz pembe at gözlükleri takıp “lay lay lay, hayat ne güzel” demeyi de anlamlı bulmuyorum. Dışarıdaki gerçek de bizim bir parçamız çünkü.
Bu uzun girizgâhı neden yaptım? Çünkü “şifa” dediğimiz şeyi belki de çok yanlış anladığımızı söyleyen bir kitap okudum. Ela Başak Atakan’ın “Bir Şifa Bağımlısının İtirafları” adlı kitabı Mundi’den çıktı. Kızının hastalığına çare ararken yolu alternatif tıbba ve şifacılara düşen bir anne Ela Başak Atakan. Ve sonradan şekil değiştirip kendisine yönelen bu arayışını büyük bir içtenlikle anlatıyor. Fark ettim ki o da bu yola çıktığında benim gibi alaycıymış. Bu yüzden ilk bölümler çok eğlenceli, kahkahalar atarak okudum.
Sonraki süreçte işler ciddileşiyor. Yazar kendine “gerçek” sorular sormak istiyor. Nefes terapileri, astrologlar, aile dizimciler, yogiler/yoginiler, şamanlar, hipnotizmacılar, dans terapistleri, meşk toplantıları, reikiciler, ruhsal rehber arayışları… Durmaksızın deniyor yazar. Kimisi işe yarıyor, kimisi yaramıyor. Kimi zaman sorularını kendi buluyor, kimi zaman gittiği şifacı yönlendiriyor.
Ve bu süreci okurla açık açık paylaşıyor. Herhangi bir yönlendirme yapmadan. Kimseyi suçlamadan. Kimseyi yüceltmeden. Sadece kendi hikâyesini anlatarak. Elbette aralarda teknik alıntılar, uzman görüşleri vesaire de var ama benim en çok ilgimi çeken, yazarın kendi sesinden, kendi gözünden anlattıkları ve kendi kendine vardığı sonuç oldu. Çılgın bir bağlılıkla şifacıları övmüyor Ela Başak Atakan. Şifa arayışıyla dalga geçenleri ya da ömrünü şifa peşinde koşarak geçirenleri de yermiyor. Herkesin kendi yolu var ve bu yol kişinin kendi iradesiyle aşılabilir ancak. Bunun bilincinde olarak yola devam etmek önemli olan. Hayatın her alanında olduğu gibi.
Şifa peşindeyseniz, şifa denen şeyin ne olduğu hakkında bir fikir edinmek istiyorsanız, bildiğiniz tüm yolları tüketip yeni seçenekler arıyorsanız (mesela bir şamanla görüşmeyi düşündünüz mü hiç?) veya “amaaaaan, antin kuntin işler bunlar” deyip dalga geçiyorsanız bu kitabı okuyabilirsiniz. Çünkü aslında hangi noktada duruyor olursak olalım, birbirimizden pek de farkımız yok. İyileşmek istiyoruz. İyi olmak. Bütünün bir parçasına dönüşmek.