Dünyanın en yalnız çaydanlığı

Gönül ağrısının fiziksel acıdan daha yoğun olduğu bir ameliyatın ardından üç haftalık zorunlu yatak istirahati sırasında okudum, yıllardır okunmayı bekleyen kitabı. Yanlış zamanda yanlış kitap ve yanlış yazarmış ama bunu fark ettiğimde vazgeçmek için çok geç kalmıştım. Esther’in hikâyesini tamamlamalıydım. Sonunu bilmeme rağmen, o sona onunla birlikte gitmeliydim. Gittim. Ne de olsa “sırça fanus” dediğimiz, hemen hemen her kadının bir dönem ya da sürekli çevresini kuşatan bir hapishane. Yabancı olduğumuz bir şey değil. Ama kolaylıkla ifade edemediğimiz bir şey. Zaten kolay olsaydı, fanus olmazdı. Hele sırça, hiç olmazdı…

İşte bu yazarla böyle tanıştım. Gerçi konumuz “Sırça Fanus” değil ama Plath’tan söz ederken yolumuz mecburen düşüyor oraya. Çünkü “…nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım,” diyen kadını görmek gerek.

Dediğim gibi, konumuz “Sırça Fanus” değil, “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” ya da “Ariel” da değil. Konumuz, “Çizimler”. Kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınevi’nden İlknur Özdemir çevirisiyle çıkan “Çizimler”, Sylvia Plath’ın eşi Ted Hughes’a ve annesine yazdığı birkaç mektubun, yine Plath’ın çizimleriyle harmanlandığı bir kitap.

Kitabın daha en başında, kızı Frieda Hughes’un yazdığı önsözü okur okumaz içim sıkıntıyla doluyor. Sebebi Plath’ın bütün güzelliğine, yeteneğine, duruluğuna karşın okura yansıttığı o keder değil. Tek sebep, “mektup edebiyatı”ndan hoşlanmıyor oluşum. Özdemir Asaf’ın, Ahmed Arif’in, Anton Çehov’un mektuplarını okuduğumda da aynı rahatsızlığı hissetmiştim. Bize ait değil, biz okuyalım diye yazılmış değil, edebi yönü her ne olursa olsun “bizim” değil. Herkesin bilmesini isteselerdi mektup olarak değil, şiir, öykü, anı ya da roman olarak yazarlardı gibi geliyor bana. Dolayısıyla varislerin izniyle yayınlanan her “mektup kitabı” bana biraz ihanet gibi geliyor. Öte yandan da mektuplar bize sevdiğimiz ya da sevmediğimiz edebiyatçılar hakkında çok şey anlatıyor. Kendi adıma, böyle bir ikilem yaşıyorum. “Çizimler” de bu anlamda bir istisna değil.

Ama “Çizimler”i farklı kılan, Sylvia Plath’ın pek bilinmeyen bir yönünü, resim tutkusunu göstermesi. Hatta buna bir “çizim kitabı” demek yanlış olmaz. Frieda Hughes’un önsözde belirttiğine göre, Plath resim çizerken kendini mutlu hissediyor, yazmak için de resimlerden ilham alıyormuş.

İngiltere’de aşk, ilham, yalnızlık

Üç bölümde hazırlanan kitap, Sylvia Plath’ın İngiltere’de yaşadığı döneme ait çizimlerle başlıyor. Bölümün başında, Plath’ın büyük aşkı (kimilerine göre ise “felaketi”) Ted Hughes’a yazdığı mektup yer alıyor. Tarih 7 Ekim 1956. Plath ve Hughes gizlice evlenmişler, Plath’ın bursunu kaybetmesinden korktukları için durumu açıklayamıyorlar ve İngiltere’nin iki ayrı noktasında bulunuyorlar. Plath bu mektubu yazarken 25. yaşını kutlamak üzere gün sayıyor. Okulundaki kızları “genç” olarak nitelendiriyor. Onlar kiliseye giderken o “ateist kahvesini” içip “varoluşçu yumurtasını” yiyor. Ve ardından, dünyada geçirdiği çeyrek yüzyılın “çöp” olduğunu, Ted’in “varlığıyla kutsanmış üç çeyrek yüzyıl daha” istediğini yazıyor. Daha sonra da çizim maceralarını anlatıyor. İnekler, şemsiyeler, şarap şişeleri, ot sapları…

Mektubun hemen arkasında da bahsettiği çizimler yer alıyor. Bir şey var bu çizimlerde. Ne olduğunu tam olarak anlatmak zor belki de. Bir atkestanesi var örneğin. İnce ince işlenmiş. Kabuğu kırık. Sadece içindeki kestane değil, kabuğun içi de görünüyor. Resme bakınca insan bu atkestanesini parçalanmadan önceki haliyle de görebiliyor âdeta. Hem bütün, hem parça parça; hem güçlü, hem savunmasız… Plath, tam da mektubunda yazdığı gibi, “…bir kum tanesinde Sonsuzluğu görmeye devam” ediyor.

Ve bir çaydanlık. Ne bir ocağın üstünde ne de sobanın. Öylece, havada asılı duran bir çaydanlık. Dumanı tütmüyor. Sapı yukarıda. Sanki birinin alıp doldurmasını bekler gibi. Hazır gibi. Fazlasıyla yalnız bir çaydanlık. Sapının iç tarafında SP yazıyor.

Kestane, çaydanlık, şemsiye, soba, çiçek… Bu imgeler aslında Plath’ın şiirinde de görülüyor. Yusuf Eradam, yaklaşık üç yıl süren bir çabayla hazırladığı “Sylvia: Ben’den Önce Tufan” kitabında (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014) şunları söylüyor: “Şiirleri tek tek ele alındığında bir ayna, bir çiçek, bir at, bir sevgili, çocukları, babası hakkında gibi görünür. Oysa bir bütünlüğe sahip tek bir şiir gibi yorumlandığında hemen hemen bütün sanatçılarda gördüğümüzden daha farklı bir resim değildir. Plath’ın şiirinin resmi: Sanatçının evrendeki konumunu, yerini, anlamını, işlev ve amacını belirleyip, saptama gereğinden kaynaklanan bir iç sorgulama, acımasız bir engizisyon, gerçek Sylvia Plath’ın arayışıdır. İnsanın kendini tanımlayıp, olumlamasıdır.” (s. 57)

Bu yüzden midir atkestanesinin içindeki damarların görünmesi? Bu arayışın bir sonucu mudur yapayalnız çaydanlık? Ya da kapalı duran şemsiye?

Paris ve İspanya’da balayı, sağlıksız bir hayranlık

“Çizimler”in ikinci bölümü Paris’e ayrılmış. Ted Hughes ile çıktığı balayından bu kez annesine mektup yazmış Sylvia. “Sivvy” imzalı kısa bir mektup. Sağlıksız bir aşkın elinden çıktığı belli: Kısacık yazının 5 yerinde “Ted” ismi geçiyor. İnsanı biraz ürkütüyor. Annesi de ürkmüş müdür okuyunca? Belki de ben oyunun finalini bildiğim için kuruntu yapıyorumdur. Belki de annesi çok memnundur kızının bu kadar delice âşık olmasından, kendi varlığını Ted’e bağlamasından…

Burada uzunca bir parantez açalım. Çünkü Yusuf Eradam, Slyvia’nın sadece Ted Hughes’a değil, erkeklere bakışını da yansıtan bir bilgi veriyor: Ted Hughes’un “The Hawk in the Rain” adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine annesine şöyle yazmış Sivvy: “Yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım. … Önce onun kitabı yayımlandığı için öyle mutluyum ki. Benim kitabım da yayına kabul edildiği zaman her şey daha kolay olacak. Yale dizisinden olmazsa, başka bir yer olabilir. O zaman, Ted’in benden önde olduğunu bildiğimden, daha çok sevinirim.”

Dahası, anne Aurelia Schober bu mektuba bir dipnot ekleyerek Sylvia’nın kocasının “üstünlüğüne” olan sarsılmaz inancından söz etmiş. Bir de anekdot var Sylvia’nın günlüğünde. Ortaokulda sözcükleri harflere ayırma yarışmasında bir erkek öğrencinin ardından ikinci olan Sivvy, “Don’un kazandığına çok memnun oldum. Bir oğlanın birinci olması her zaman daha iyidir,” diye yazmış. Eradam’ın yorumuyla, “Görüldüğü gibi Sylvia, erkeklerin başarıda onu sallamalarını rasyonalize etmeyi çok küçük yaşta öğrenmiş.” (“Sylvia: Ben’den Önce Tufan”)

Ama sonraki yıllarda bu bakış açısı değişecek, yaşanan hayal kırıklıklarının ardından Plath adeta kadın haklarını savunan bir peygamber olarak yorumlanacaktır. Oysa Eradam’ın dediği gibi, “Plath politik amaçlarla yazmamıştır. Onun çığlığı tüm kadınlar adına atılmış bir çığlık değil, kendi kimliğini haykırma gereğinden kaynaklanan bir çığlıktır. Bu nedenle son şiirlerinde görsel öğelerden çok sessel/duyusal öğeler ağırlık kazanır.” (s. 101)

Çocukluktan gelen bu hastalıklı kadın-erkek yaklaşımına yeterince öfkelenip üzüldük mü? O halde parantezi kapatalım ve “Çizimler”e dönelim.

Plath’ın Paris’teki çizim macerası ağırlıklı olarak sokak resimlerinden oluşuyor. Binalar, insanlar, damlar, kediler… Zarifçe işlenmiş, mutluluğu çağrıştıran çizimler…

Ve ardından İspanya günleri geliyor. Balayı devam ediyor. Sylvia mutlu (olabildiğince belki de). Annesine yine çizimlerinden söz ediyor, “Ted’in beni ne kadar yaratıcı yaptığını göster ona!” diyor. Ve ekliyor: “Onunla birlikteyken mükemmel yazıyorum, düşünüyorum ve çalışıyorum; ondan uzaktayken ikiye bölünüyorum, sadece acılara katlanarak, kısa sürelerle yazabiliyorum.”

Ve sandallar, meyveler, evler, sokaklar, sarmaşıkların dolanmaya çalıştığı çatlak duvarlar…

“Ben”ler çatışınca

Son olarak da Sylvia Plath’ın günlüğünden bir sayfa. 21 Ağustos 1957, Çarşamba. Basık bir günde yazılmış, karanlık bir yazı. Kısa kısa notlar. Yengeçlerin hareketlerini anlatan uzunca bir paragraf. Bir hikâye taslağı. Yine çizimler. Ve son.

Plath’ın ABD’deki günlerini yansıtan bu bölüm, yine doğrudan Yusuf Eradam’a başvurmamızı gerektiriyor belki de. Çünkü keder ve yalnızlık ile yaşam coşkusunu bir arada barındırmaya çalışan bir ruhun içinde sıkışıp kaldığı mengeneyi, intihara meyilli bir genç kadının “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki ikilemlerini görmek, Sylvia’nın yalnızlığını anlamak açısından önemli. “Bir yanı kalmak isterken öteki yanının sürekli aşkın olanı, tanrısallığı ya da kusursuzluğu ve yeniden doğuşu istemesinden doğan savaşımda yenik düştü. Beden, içinde barındırdıklarını dışarı atmak zorundaydı. Bunu da kendini ortadan kaldırmak yoluyla becerebilirdi. Çünkü içinde barındırmaya, bir araya getirmeye çalıştığı tüm ben (I) bir türlü bütünselliğini gerçekleştiremiyordu.” (s. 29)

Belki de Plath’ın “Channel Crossing” şiiri bu bütünleşme/bütünleştirme çabasının ilk adımlarının bir ürünüydü:

Ve başka insanların kentlerine, sokaklarına evlerine

Doğru yelken açarız, heykeller selamlar

Barışta, savaşta oynanan yürekli oyunları; tehlikeler

Son bulur: yeşil sahiller belirir; sonra yeni isimlerimizi,

Bavullarımızı beğeniriz, rıhtımlar dur der güdük destanlarımıza

Borcumuz biter varışlarda; güvertede yürürüz yabancılar yanımızda.

Ve gidecek yer kalmayınca

Sylvia Plath’ın geride iki küçük çocuk, yığın yığın hayal kırıklığı, uzun süreli ve zorlu bir savaşım bırakarak intihar etmesi, hem “lanetli tanrıça” olarak anılmasına hem de yüzeysel bir bakışla “göklere çıkarılmasına” neden oldu gibi görünüyor. Oysa Eradam’a göre, “Kendisini ve dış dünyayı, onu sürekli olarak daha karanlık kutulara hapsettiğine inanmasına yol açan bir sorgulama sonucunda terk etmek ‘istemesi’ aslında başka çıkar yol kalmadığındandır, yalnızlıktandır, tanımı yapılmayan bir ‘gerçek sevgi’ arayışının düş kırıklığıyla sonuçlanmasıdır.” (s. 27)

Bu satırları okuduktan sonra çizimlere dönüp dönüp tekrar bakıyorum. Sokaklar dışında, hiçbir objede coşku göremiyorum. Zaten Plath’ın kendisi de söylemiyor mu bunu: “Şu var, yalnız olmayı kesinlikle yeğliyorum; zehirden kaçar gibi kaçıyorum insanlardan; istemiyorum onları; masadaki yeni kızların bitmek bilmeyen sorularını dinliyor ve yanıtlıyorum; insanları ve olayları anlatarak onları eğlendirdiğimi, güldürdüğümü görüyorum ve kendimi ele vermeden, bir makine gibi, neredeyse hiçbir şey hissetmeden, yine de akıl sağlığı yerinde biri gibi davranarak hareket edebilmem şaşırtıyor beni.”

Bu cümleyi tekrar tekrar okurken, hem bütün hem de parça parça olan atkestanesini ve dünyanın en yalnız çaydanlığını düşünmeden edemiyorum… Düşündükçe de Eradam’a hak vermeden edemiyorum: “Kara gölgenden sıkıldım. Seninle olmak sürekli ölüm. Bu yüzden seni terk ediyorum Sivvy, yapacak işlerim var.”

Plath’ın üzerindeki etiketler

Nasıl ki Türk edebiyatında Nilgün Marmara ya da Tezer Özlü için “hüzünlü prenses, mutsuzluğun şairi, keder kraliçesi” ve benzeri pek çok etiket üretildiyse, Slyvia Plath da gerek yaşamı ve ölümünden gerekse şiirlerinden yola çıkan, yaftalamacı, kategorileştirici, hatta ilahlaştırıcı çeşitli tanımlarla anıldı bugüne dek. Herhangi bir edebi türe ayrıştırılmak gibi bir isteği olmayan şair, “gizdökümcü” kategorisine sokuldu ve bu şekilde benimsendi. Fakat Yusuf Eradam, bu yaklaşıma itiraz ediyor.

“…bu basmakalıp sözler daha çok mektuplarına, günlüklerine ve biyografisine dayanmaktadır, şiirlerine değil. Oysa Plath’ı anlamak için sözcüklerinin, yarattıklarının anlamı, dilin somut sessel ve imgesel düzeni içinde yarattığı yan anlamları, duygu ve düşünceleri ve bunların sunulduğu kalıp ve biçimleri iyi kavramak gerekmektedir. Nasıl bir şiirin müziği, tartımı sözcüklerin sesleri ile anlamları arasındaki uyumdan, ilişkiden ortaya çıkarsa, Plath’ın yapıtları bir bütün olarak, tek bir şiir gibi anlamları ile okuyucuda bıraktıkları ses arasında bir yerde güzel, güzel olduğu kadar da rahatsız edici, ama defalarca okuma gereksinimi uyandıran bir tını bırakır. Ölümüne dek bu müziği kendi de duymuş şair için şiir yazma bir direniş mekanizmasıydı, en güçlü silahıydı.”

 

Remzi Kitap Gazetesi, Kasım 2015