Kimi zaman “altın çağlar” yaşıyor dünya. Aynı dönemlerde, aynı ya da yakın coğrafyalarda birbirinden güzel kitaplar yayınlanıyor, birbirinden büyük yazarlar, şairler, felsefeciler doğuyor. Tabii bütün bu altın çağların beraberinde siyasi, bilimsel, ekonomik, dolayısıyla toplumsal gelişmeler/gerilemeler/olaylar da var. Aralarındaki ilişki biraz tavuk-yumurta meselesine benziyor.
Mesela 18. yüzyılda Britanya’da Pope, Defoe, Richardson ve Swift (yüzyılın sonlarına doğru Wordsworth ve Coleridge); Fransa’da Rousseau, Voltaire, Diderot; Almanya’da Goethe, Schiller ve Kant. Veya 19. yüzyılda Rusya’da Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy. Bu insanlardan bazıları peş peşe yaşayıp miras üstüne miras eklerken bazıları da aynı yıllarda, âşık atışması gibi eserler üretiyor; hatta bazıları dostluk ediyor, aynı sofraya oturuyorlar.
Türkiye’de de böyle altın çağlar var. Örneğin Osmanlı’nın son-Cumhuriyet’in ilk dönemi ya da 1940’lar. Şiirler paylaşılıyor, romancılar birbirini kıyasıya eleştiriyor veya övüyor, herkes birbirini tanıyor, takip ediyor, ortak kitaplar çıkıyor, sofralar kurulup Ölmeme Günü kutlanıyor. Bugün artık Türkiye’de böyle bohem manzaralara, deyim yerindeyse “meclislere” pek rastlamıyoruz gibi geliyor bana. (Latife Tekin’in Gümüşlük Akademisi’ni belki ayrı tutmak gerekir.)
Böyle çağların eksikliğini hissettiğimden midir bilmem, Mahmut Yesari’nin “Babıali Hatıraları” kitabını çok severek okudum. Karikatürist, romancı, tiyatro yazarı ve eleştirmeni Mahmut Yesari’nin farklı gazete ve dergilerdeki yazılarını Can Yayınları bir araya getirmiş. Bu yazılarda masumane edebiyat dedikoduları, inceden laf sokmalar, hicivler, takdirler, tekdirler, dostluklar, kavgalar, neler neler var.
Merkez noktamız, bugün Ankara Caddesi olarak bilinen Babıali Yokuşu. 90’ların sonunda, Gazete Sahipleri Derneği’ne çeviri yapardım. Babıali’den biraz yukarı çıkınca, İran Konsolosluğu’nun sokağında, Cemiyet binasındaydı yerleri. (Hâlâ böyle bir dernek var mı bilmiyorum.) Ara sıra Derneğin o zamanki Genel Sekreteri rahmetli Ömer Ersöz’ün yanına giderdim. Ne hoşsohbet, ne zengin gönüllü insandı! Onunla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım.
Bahsettiğim yıllarda Babıali tabii ki çoktan ölmüştü, yayınevlerinin çoğu oradan taşınmıştı, yine de ismi bile yetiyordu hâlâ. Her toplantı öncesinde ve sonrasında yokuşu inip çıkarken etrafıma dikkatle bakar, her seferinde yeni bir şeyler görürdüm. Arada sıkışıp kalmış bir kitapçının bugün artık kasabalarda bile kullanılmayan mavi çerçeveli vitrini, yeni açılmış bir dükkânda eskiye hürmeten sökülmemiş bir tabela… Hayalimde ise yokuşu oflaya poflaya çıkan fötrlü adamlar, döpiyesli kadınlar…
“Babıali Hatıraları” ise yokuşun yokuş olduğu zamanları, bana göre Türkiye’nin altın çağlarından birini anlatıyor. Reşat Nuri’den Ahmet Haşim’e, Ahmet Mithat’tan Hüseyin Rahmi’ye, Bedia Muvahhit’ten Naşit Bey’e, Suat Derviş’ten Cahit Uçuk’a, Mehmet Rauf’a kadar onlarca isim arz-ı endam eyliyor. Çoğunluğu 1930’larda yazılmış kimi hüzünlü kimi eğlenceli hikâyeler Mahmut Yesari’nin duru dilinden dökülüyor.
Benim gibi dönem meraklılarına tavsiye etmenin ötesinde, yazarlık hevesi olan gençlere de öneririm. Çünkü Yesari (not: “solak” demekmiş) sadece insanları anlatmakla kalmıyor; neyin nasıl yazılabileceğini ya da yazılamayacağını, tiyatro oyunu veya roman yazmanın inceliklerini, bugün de pek fazla ilerleme kaydedememiş olduğumuz telif meselelerini, kalemiyle geçinenlerin yaşadıkları sıkıntıları da anlatıyor. Üstelik lisede baş ağrıtıcı birer neon tabela gibi kafamıza kazınan Fecr-i Ati, Servet-i Fünun (Edebiyat-ı Cedide), Milli Edebiyat gibi akımların temsilcilerini kanlı canlı insanlar olarak gösteriyor. Anlattıkları değme ders kitaplarına taş çıkarır, ama bunları TYT’de, AYT’de sormazlar tabii. Varsın sormasınlar, sormadıkları şeyleri bilmek daha güzel.