Son okuduğum kitapta beni çok etkileyen bir anekdot vardı: 1930’lu yıllarda Fania Pascal bademcik ameliyatı olmuş. Hastanede acı içinde yatarken, Cambridge’den tanıdığı ünlü filozof Ludwig Wittgenstein durumunu sormak için onu aramış. Kadın, “Kendimi ezilmiş bir köpek gibi hissediyorum,” demiş. Wittgenstein ise “Ezilmiş bir köpeğin kendini nasıl hissettiğini bilemezsin,” diye yanıt vermiş. (Harry G. Frankfurt, “Boktanlık Üzerine”, çev. Gonca Gülbey, Altıkırkbeş Yayın, 2012)
Wittgenstein bu cevapı “pislik” olsun diye vermiyor. Filozofa göre dil; boşuna, özensizce, gereksizce, öylesine kullanılamaz. Ama dünya bu konuda çok “becerikli”. İletişimin temeli olan dilin hakkını verdiğimize inanmıyor Wittgenstein. Kitaptaki ifade şöyle: “Wittgenstein’ın gördüğü esas sorun, Pascal’ın gerçekliğin empoze ettiği şeye dair kesin bir tanımlama yapmak yerine, onun sınırlarını ihlal ederek, belirli bir durumu tanımlaması. Pascal’ın hatası şeyleri doğru anlamaktaki başarısızlığı değil, anlamak için çaba bile sarf etmiyor oluşu.” Dili bu kadar ciddiye alan bir adamın böyle düşünmesi elbette şaşırtıcı değil. Peki biz dili yeterince ciddiye alıyor muyuz?
Ağustos 2008’den bu yana bu köşede sizlerle buluşuyoruz. Yani kabataslak bir hesapla 60 civarında yazı yazmışım. Bu yazıların arasında olumlu eleştiriler de var olumsuzları da… “Üstüne para verseler okunmayacak” türden kitaplardan da söz ettik, her cümlesiyle zevk veren çevirilerden de… Sizlerden çok güzel e-postalar geldi bana. Kiminiz teşekkür ettiniz, kiminiz eleştirdiniz. Her birini mutlulukla okudum. Çünkü her türlü eleştiri, okunduğum anlamına geliyordu. Ve insan okunmak istemiyorsa neden yazsın ki?
Yaklaşık 4,5 yıl boyunca her ay yazdım. Bu süre içinde tek bir yayınevinden mesaj almadım biliyor musunuz? Bu kadar çeviri eleştirisi yaptım, olumsuz şeyler yazdığım tek bir çevirmenden yanıt gelmedi. Bir tanesinden bile. Çok beğendiğim çevirilerin sahipleri çok zarif mesajlar yazdılar elbette. Ama gönül isterdi ki ötekiler de ses versinler, cevap haklarını kullansınlar. Bu köşe her zaman açıktı her birine.
İşte ben bunu hiç anlayamıyorum. Bu tepkisizlik, bu sessizlik karşısında, ya beni ya sizi ya da dili ciddiye almadıklarını düşünüyorum. Beni ciddiye almıyorlarsa sorun yok, egosu o kadar da şişkin biri değilim. Üstelik yayınevleriyle bir göbek bağım da yok. Sizi, yani okurları ciddiye almıyorlarsa kısa sürede batarlar zaten. Sonuçta yayıncılık bir sektör ve insanlar para kazanmak istiyorlar bu işten. Ama dili ciddiye almıyorlarsa karamsarlığımda haklıyım demektir.
Kitabı yayımlayanlar kitabın ve dilin hakkını vermezse okuru suçlamak adaletsizlik olur. Elbette okur o yayınevinin kitaplarını almayarak tepkisini gösterebilir ama bunu yapacak olan sadece “bilinçli okur”dur. Vasatla, hatta kötüyle yetinen okur, bulduğunu güzel kabul edecek, dahası bunu normalleştirecektir. Yayınevlerinin ya da çevirmenlerin kendilerini savunmaya tenezzül etmemelerini ya da bu yöntemi bir politika olarak benimsemelerini doğuracaktır elbette bu süreç. Ve bu kitaplar, bu çeviriler okunmaya devam edecektir. İsimler efsaneleşecek, kitaplar kutsallaştırılmayı sürdürecektir.
Bu kadar sözün üzerine ben şimdi “Boktanlık Üzerine” kitabındaki çeviri hatalarından, hele hele imla hatalarından söz etsem yine sesime karşılık verilmeyecek. Daha doğrusu, muhataplardan ses gelmeyecek. (Gelirse de sırf bunu yazdığım için gelecektir muhtemelen.) Bu yüzden pek fazla konuşmayayım artık.
Epey yoruldum dostlar. Biraz dinlenmek istiyorum. Bunca yıldır bana yoldaşlık ettiğiniz için teşekkür ederim. Belki başka bir zaman, başka bir yerde tekrar buluşuruz. Okuduklarınızı ince eleyip sık dokumanız dileğiyle…
“Lafı Çevirmeden” köşesi, Remzi Kitap Gazetesi, Mart 2013